MeDinE~Fm Forum
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

MeDinE~Fm Forum

İslami MeDinE~Fm Forum Radyomuzu dinlemek için...( http://www.vahdetfm.com/radyo.htm )....adresine girebilirsiniz...
 
MedinefmAnasayfaGaleriLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 ŞİRK(devam)

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
KIYAM

KIYAM


Mesaj Sayısı : 25
Kayıt tarihi : 30/09/09

ŞİRK(devam) Empty
MesajKonu: ŞİRK(devam)   ŞİRK(devam) Icon_minitimeÇarş. Eyl. 30, 2009 10:12 am

Şirkin Sebepleri


Kur’ân-ı Kerim, şirkin çirkinlik ve zararlarını anlatıp insanları ondan sakındırırken, şirkin kaynağını, sebeplerini de açıklar. Bu sebepleri şöyle özetleyebiliriz:



1-) İnsanların tevhidden sapıp, şirke düşmelerinin asıl sebebi; insanın nefsinin arzularına tapması, hevâsını ilâh edinmesi ve diğer insanlara karşı üstünlük sağlayıp onları kendisine kul etmek istemesidir.[81]



Bağy; hakka saldırı, payına râzı olmayıp başkalarının payına saldırma, haksızlık etme, hased, birbirini çekememezlik mânâlarına gelir. İnsanları bağy etmeye iten, hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeleri, nefislerine tapınmalarıdır.[82] Şirk, nefsinin hevâsını ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi hevâlarını/arzularını ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasp üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları sahte ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine (kendi çıkarlarına) taptırır, kulluk ettirirler. Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.



2-) Atalarına ait özelliklerle gururlanmak ve halkı atalarının bâtıl inancına sevketmek.[83]



3-) Diğer varlıkları Allah ve Rasûlünden çok sevmek.[84]





Şirkin Çeşitleri


1- Şirk-i İstiklâl: Allah ile birlikte başka bir ilâh tanımak, yahut tamamen ayrı olmak üzere bir veya birden fazla ma’bûdun varlığına inanmaktır. Eski Türklerdeki yer ve gök tanrısı inancı veya mecûsîlerin iyilik ve kötülük tanrısı inançları gibi.



2- Şirk-i Teb’îz: Allah’ın bir olduğunu kabul etmekle beraber, birden fazla tanrının toplanmasından meydana gelmiş bir Allah kabul etmektir. Hristıyanların teslis, yani Allah’ın baba-oğul-rûhul kudüs toplamı olarak bir olduğu inancı gibi.



3- Şirk-i Takrîb: Kâinatın yaratıcısının ve düzenleyicisinin bir olduğuna inanmakla beraber, ona yaklaştıracağı inancı ile insanların kendi yaptıkları put, heykel ve benzeri şeylere tapmasıdır. Peygamberimiz zamanında yaşayan câhiliyye Arapları putlara, kendilerini Allah’a yaklaştıracakları iddiası ile tapıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim onların şöyle dediklerini anlatır: “Allah’ı bırakıp da kendilerine birtakım dostlar edinenler derler ki: Biz bunlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.”[85]



4- Şirk-i Taklîd: İnsanların husûsî olarak beğenip seçtikleri için değil de, atalarından geldiği için kabul ettikleri şirktir. Genellikle insanların çoğu dinini seçerek değil, içinde bulunduğu toplumda o din bulunduğu için bir dine sahip olur. Bu husus Kur’ân-ı Kerim’de şöyle belirtilir: “Atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyan kimseleriz.”[86]



5- Şirk-i Esbâb: Kâinattaki her türlü kanunun Allah’ın yaratması ve müsaadesiyle değil de, kendi kendine oluştuğuna ve işlediğine inanmak. Kâinattaki her şeyi yaratan ve eşyanın husûsîyetlerini tayin ve takdir eden Allah’tır. Kâinatta her şeyin özellikleri vardır. Su yüz derecede kaynar, ateş yakıcıdır gibi. Eşyaya bu özellikleri Allah vermiştir. Allah’ı hiç tanımayarak her şeyi eşyaya ve sebeplere bağlamak şirktir. Allah her şeye bir sebep göstermiştir. Her şeyin sebeplerine bağlı olduğuna, sebepsiz bir şey olmadığına inanmakla beraber, sebepleri Allah’ın yarattığına inanmak şirk değildir. Şirk olan, her şeyi yalnız tabiata ve zâhiri sebeplere vermektir.



Bu tasnifin yanında, şirk; açık şirk ve gizli şirk olmak üzere de ikiye ayrılır.



Gizli Şirk


Şirk, gizli ve açık olmak üzere de ikiye ayrılır. Açık şirk: Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve isimlerinde ortak tanımaktır. Bu şirkin tesbiti kolaydır. Fakat gizli şirk öyle değildir. Gizli şirk; Allah’ın tasarruflarına (isteklerine) kafa tutmak ve Allah’tan beklenmesi gerekeni başkasından beklemektir. Bu şirkin farkına varmak zordur. Maalesef, günümüzde dinini tam olarak bilmeyen bazı müslümanlar gizli şirke bulaşmaktadır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) bu hususta müslümanları uyarmaktadır. Riyâ, gizli şirklerin başında gelir. Meselâ bir insan Allah’a ibâdet ederken insanların gözüne girmeyi, onların yardımlarından faydalanmayı amaç edinirse, şirk koşmuş olur. Buna gizli şirk denir. Çünkü İslâm’da ibâdet, sadece Allah’ın rızâsı için yapılır. Çağımızda bir hastalık derecesine varan, aşırı mal-mülk sevgisi, aşırı para ve servet hırsı, aşırı şöhret sevdası gibi kötü duygular da gizli şirk sayılmışlardır. Bunlar için delicesine çalışılırsa, bu çok tehlikelidir. Farkına varmadan insanı şirke götürebilir.



“Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler”[87] Allah Rasûlü (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurdu: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.” ‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular. “Riyâdır. Allah Teâlâ, kıyâmet günü insanların amellerinin karşılıklarını verdiği zaman: ‘Dünyada kendilerine riyâ/gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin. Bakın bakalım, onların yanında bir karşılık bulacak mısınız?’ buyurur.”[88]



Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin”[89] buyurdu.



Allah’ın halîli (dostu) İbrâhim (a.s.) ne güzel duâ etmiş: “Allah’ım, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Yâ Rabbi, şüphesiz ki bu putlar, birçok insanı saptırdı.”[90] Âyette belirtildiği üzere, İbrâhim (a.s.) bile, kendinin ve neslinin putlardan uzak kalması için Allah’a duâ etmiştir.



Hele, İslâm’ın hâkim olmadığı günümüz câhiliyye ortamlarında şirk çeşitleri daha da çoğalmıştır. Kur’an’ın birçok âyetinde, küçük olsun, büyük olsun şirkin her türlüsünden arınan müttakî kullardan bahsedilmektedir. Allah’ın birliğine iman eden, Allah’a şirk koşanlara düşman olan, tâğutlara ve müşriklere buğz ederek Allah’a yaklaşan, sadece Allah’ı dost, ilâh ve ma’bud edinen, yalnız O’nu seven, O’ndan korkan, O’ndan uman, O’ndan yardım isteyen, O’na boyun eğen, O’na tevekkül eden, O’nun emrine tâbi olup rızâsını gözeten, bir iş yaptığı zaman Allah adıyla yapan ve hayatının her bölümünde O’na ait olan kimseler kurtuluşa ermişlerdir. “De ki, namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun hiçbir şeriki/ortağı yoktur.”[91]; “De ki, Allah her şeyin Rabbi iken, O’ndan başka bir rab mi arayayım?”[92]



Allah’a kulluğun gereği, itikadı ve imanı sağlamlaştırmaktır. Kimin itikadında/inancında hafif de olsa sapma olur ve imanı bozulursa, onun ibâdetleri ve amelleri Allah katında kabul olmaz. İtikadı düzgün, imanı sahih ve sağlam insanın ise, az ibâdeti (meselâ farzlarla yetinmesi) bile Allah katında çok ibâdet yerine geçer. Düşüncelerimiz, okuduklarımız, yaşadıklarımız ve eylemlerimizin amacı itikadımızı sağlamlaştırmak olmalı, duâlarımızda da Allah’tan bunu istemeliyiz.



Şirkin Çağdaş Yansımaları


İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde, cehâlet ve düzenin/ortamın câhilî yapısından dolayı -Allah muhâfaza etsin- kolaylıkla şirke düşebilir. Mü’min olmak, çok zor değildir; esas önemli olan, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı çevrelerde mü’min kalmak ve müslüman olarak ölmektir.



İnsanlık hüsrânın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm’ı mükemmel yaşayanlara şâhit olamadığı için İslâm’ın dışında kalıyor; hatta görmediğine, bilmediğine düşman oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi müslümanlığı bilmiyor. Bilenlerin de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil; tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgâle uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında arayıp ifsâdı ıslah zannediyor.



Günümüzde sık görülen şirk unsurlarının, tevhidi bozan durumların bazıları şunlardır:



Güncel Câhilî Eğitimde Şirk


Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip, sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Bu, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı konularında ortaya atılan teoriler câhilî eğitimin temelini teşkil eder. İlk insanı, tesadüf sonucu veya doğa kanunları gereği hayvanın evrim geçirmiş türü kabul eden günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah'a hiç dayandırmayan, yaratıcı ve rab olarak başka tanrılara inanan müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, dünyadaki ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücâdelesi unutturulmak istenir. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir.



Bazıları, putlaştırdıkları kişilerin kabirleri veya kutsallaştırdıkları simgeler karşısında müslümanların namazdaki kıyamlarına benzer şekilde hazır ol vaziyete geçer, saygı duruşunda bulunur. Hatta, namazda doğal kabul edilebilecek bir davranış (kaşınınca başı kaşımak, öksürmek vb.) böyle bir saygı duruşunda uygun/câiz görülmez. Hiç alâkası olmadığı halde, herhangi bir açılış programında, ya da bir törende saygı duruşu ile başlamak câhiliyye toplumlarının dinî bir kuralı kabul edilir. Bu tür programlara katılan müslümanlar da dinlerinin câiz görmemesine rağmen bu saygı duruşuna katılma zorunda bırakılır. Okullardaki bütün öğrenci ve öğretmenler her hafta okul açılış ve kapanışlarında, bayram kabul edilen zamanlar gibi özel günlerde bu tür saygı duruşlarına mecbur tutulur. Bu tür tavırlar, aslında bir tapınma ve âyindir.



İslâm, her şeyden önce tevhid dinidir. En fazla önem verdiği husus, bireysel, sosyal ve siyasal hayatta tüm çeşitleriyle şirkin izâlesi ve tevhidin ikamesidir. İslâm, put amaçlı heykellere çok sert ve net tavır aldığı için müslümanlar 20. y.y.’a kadar bu çeşit putlaştırmanın etkisinden uzak yaşadılar. Put heykelleri ve putlaştırılma ihtimali olan resimleri büyük günah kabul ettiler. Yirminci asırda, tâğutların ve onların kurduğu tâğutî yönetimlerin etkisi ve dayatmasıyla her çeşit putlaştırma müslümanları kuşatmaya başladı.





Câhilî Eğitim Konusunda Ek Bilgi



Problemi anlamadan çözüm mümkün olmaz. Hastalığı doğru teşhis etmeden tedavinin mümkün olmadığı için, önce problemin adını koymamız gerekiyor: Okullar, devlet kurumları olduğuna ve bu ülkede yaşayan her çocuk, 8 yıl zorunlu eğitime tâbi tutulduğuna göre, ilk olarak devleti/düzeni din açısından teşhis etmeyle işe başlamamız lâzımdır.



Türkiye, bir din devletidir. Okullara ve her türden resmî kurumlara baktığınızda bunu kabullenmek zorunluluğu var. Kemalizm dini, tek dindir ve kimse ******’e hiçbir şeyi ortak koşamaz.



Laik olduğunu iddia eden T.C., aslında Kemalist bir teokrasidir. Devletin resmî lügatinde bu ilan edilir: 1948’de basılan Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğüne göz atılırsa sadece devletin değil, tüm Türklerin de dini Kemalizm’dir. Bu resmî sözlüğe göre; “Kemalizm: Türklerin dini”dir. Türkiye Devletinde ****** tek ulusal lider kabul edilir ve halkın da bu tercihi alternatifsiz kabul etmesi istenir. Sanıldığının aksine, resmî inanışa göre o, yalnız askerî ve siyasî bir dehâ değil, aynı zamanda dinî liderdir de. Günümüzde, devletin okullarında okutulan Din Dersi (Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi) kitaplarının kapağına ve içeriğine, âyet ve hadisten daha fazla onun referans gösterildiğine bakmak yeterlidir. O, devlet inancında “ulu önder”dir. T.C., 1923’den beri ******’ün en büyük olduğuna inandığı için her Türk vatandaşının onu sevmek ve ilkelerine itaat etmek zorunda olduğunu düzen, din yaklaşımı içinde tartışmasız kabul eder ve ettirir. Anayasa, partiler kanunu ve tüm yasalar onun ilkelerinin hiç birine ters düşemez. Hangi parti yönetim rolünü üstlenirse üstlensin, aslında ****** her dönemde tek başına iktidardadır ve iktidarını başkalarıyla paylaşması, yani ******’e şirk koşulması kabul edilemez. Bu ülkede egemenlik kayıtsız şartsız ******’ündür. Bu ülkede din devletinden bahsedilemez, ama devlet dininin egemenliğinden rahatlıkla söz edilebilir. Ne diyordu Celal Bayar: “******’ü sevmek ibâdettir.” Evet, devletin gözünde ******çülük bir dindir. Devletin anayasasında, Allah, Peygamber, Kur’an, İslâm gibi kelimeleri bulamazsınız. Bunun yerine sadece ******’e ve onun ilkelerine atıfta bulunulur. Devletin bu mutlak sevgisi ve bağlılığı, bir tapınmanın göstergesi kabul edilebilir.



Kur’an, müşriklerin, “biz atalarımızın yolundan ayrılmayız, onların izinden gideriz” dediğini belirtir. T.C. de kendine özgü bir atalar rejimidir. Türkiye düzeni, tüm Türk vatandaşlarının atası kabul ettiği için, atasını sevmeme hakkını kimseye vermez. ****** sevgisinden daha büyük sevgi olmaması gerektiğini, onun ilkelerinin tartışılmaz doğru olduğunu bir akîde ve davranış biçimi olarak ilân eder ve çeşitli âyinlerle bu tavır, İlköğretimin ilk sınıfından itibaren tüm vatandaşlara uygulattırılmaya çalışılır. Düzene göre, onun hata yaptığı kabul edilemez. Kimse ******’ü eleştiremez, heykellerine ve fotoğraflarına yan gözle bakamaz.



Dinimizin Din Anlayışı

Din kelimesi, sadece hak din için, yani özel ve dar anlamıyla İslâm için kullanılmaz. Din kelimesinin geniş olarak ele alındığı ıstılahtaki veya pratikteki anlamı; bir dünya görüşünü, bir hayat şeklini belirleyen görüşler, emirler ve yasaklar manzûmesidir. Yani, üstünlüğü kabul edilen kanun ve kurallarla belirlenmiş yaşama şekline din denir. Dolayısıyla “her din bir hayat şeklidir ve her hayat şekli bir dindir.” Kur’ân-ı Kerim’, din kelimesiyle bir hayat nizamını, inanç ve yaşama biçimini gündeme getirir.



İslâm inancına göre, üç çeşit din vardır. Biri hak din olan İslâm, ikincisi muharref dinler olan Hıristiyanlık ve Yahûdilik, üçüncüsü de bâtıl dinler. Bâtıl dinler, insanlar tarafından konulan hayat şekilleridir. Kanun ve kuralların Allah’a dayanmadığı sistem ve nizamların tümü bu gruptandır. Puta tapıcılık, Mecusilik, Budizm gibi hayat şekilleri, eski zamanlardan beri görülen bâtıl dinlerdendir. Kapitalizm, komünizm, sosyalizm, materyalizm, faşizm, Kemalizm, laiklik gibi ideolojiler ve tüm beşerî düzenler günümüzdeki bâtıl dinlerdir.



Bir hayat şekli, bir dünya görüşü, bir yol, bir yaşam tarzı olarak ifâde ettiğimiz şeyin en kısa adı “din”dir. Din kavramı, bütün bunları kuşatmaktadır. Herhangi bir toplumun, cemaatin veya bir ferdin dünya görüşü, gittiği yol ve yaşam tarzı Allah’ın hükümlerine göre belirleniyor, bu İlâhî hükümlere göre şekil alıyor ise, bu toplum, bu cemaat veya bu fert İslâm dini üzeredir.



Kur’an’ın hükümlerini bir tarafa bırakarak insanların yaşam şeklini belirleyecek hükümler, kurallar, kanunlar koyan ya da bunları uygulayanlara İslâmî literatürde “tâğut” denilir. Kir’an’da mü’minlerin öncelikle tâğutu inkâr etmeleri, yani onun varsa iyi taraflarını görmezlikten gelmeleri, küfredip üstünü örtmeleri istenmektedir.[93] Çünkü Allah’ın indirdiğiyle hükmetmediği için tâğutlar, yoldan çıkmış fâsık, zâlim ve kâfirdirler, onlar en büyük haksızlık olan şirki sadece kabul etmekle yetinmeyip, yönettikleri halka da dayatmaktadırlar. Bir insanın Müslüman olması ve Müslüman kalabilmesi için, öncelikle Allah’tan başka ilâhlık taslayan her görünümdeki tâğutu (tüm kuralları ve kurumlarıyla) reddetmesi gerekmektedir.



İnsanların hayat şeklini belirleyen her ideoloji, her izm, her dünya görüşü veya yaşam biçimi, Kur’ân-ı Kerim’e göre birer dindir. Çünkü bütün bunlar dinin yapısında yer alan konulara müdâhale etmekte, bu konularda doğru veya yanlış görüşler, hükümler ileri sürmektedirler. Bu ideolojilere “din” denilebilmesi için, kaynağı itibariyle İlâhî veya beşerî olma şartı yoktur. Meselâ Mekke’li müşrikler kendilerini İlâhî bir dine nisbet etmemelerine rağmen, dinler tarihi içinde onların adı konulmuş bir dinleri olmadığı halde, Kur’ân-ı Kerim onların içinde bulunduğu hayat şekline ve onların tüm yönelişlerine “din” demektedir. “De ki, ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam… Sizin dininiz size, benim dinim bana.” [94]



O halde neden laikliğe, ******çülüğe, materyalizm ve kapitalizm gibi düzenlere “din” denilmiyor? İşte, dünya müstekbirlerinin kendi koydukları dinlere Kemalizm ideolojisi veya kapitalizm gibi adlar verip bunlara din demeyişlerinin nedeni; yönettikleri halkın iki farklı din vakıasıyla, yani din ikilemiyle karşılaşmaması içindir. Çünkü bu müstekbirler halk kitlelerinin din olgusuna karşı tutucu yaklaşımlarını bilmekteler ve halkın tepki göstereceği bir din ikilemi meydana getirmemek için, kendilerinin ortaya atıp ilkelerini belirledikleri dinlere, falan ideolojisi veya filan izmi gibi isimler takmaktadırlar.



Düzenin ve okulların farklı bir dini dayattığı için, Müslüman çocuklarımız iki dinli yetişiyor. Evdeki din ile okuldaki din farklı; birbirine tümüyle düşman iki inanç ve yaşam tarzı sunuyor. Çocuklar, çifte standartlı yetişiyor. Ana ve babaların “aman oğlum, şunu sevme, şuna inanma, ama bunları okulda öğretmenine filan da belli etme!” diye tavsiyesi, çocuğun karakterini daha küçük yaşta anormalleştiriyor.



Bu ülkedeki tüm problem, çatışma ve gerginliklerin sebebinin dinler arası çatışma olduğunu söyleyebiliriz. Hayır, kısa zaman önce ülkeyi karıştırmak ve belki de tekrar askerî darbeye zemin hazırlamak için öldürülen Hrant Dink’ten, Ermenilerden, azınlıklardan bahsetmiyorum. Onlar özgür olarak kendi dinlerini öğrenebiliyor, papazların öğretmen olarak görev yaptığı özel okullarda kendi dinlerine uygun eğitim alabiliyor, kendi dinlerini özgürce yaşayabiliyorlar. Devlet dini olan laiklik ve Kemalizm ile çoğunluğun dini İslâm arasındaki çatışmadan bahsediyorum. En önemli Kemalist devrimlerden biri tevhid-i tedrisattır. Yani, eğitim ve öğretimin tekel olarak devlete ait olduğu ilkesi. Tevhid eri Müslümanlar olarak biz tevhid-i tedrisat değil; tevhîdî tedrisat istiyoruz. Eğitim, tümüyle devlet tekelinde olduğu için, okullarda şikâyet edilen tüm problemlerden öncelikle bu düzen sorumludur. Bu ilkeden yola çıkarak düzen, eğitim kurumlarında kendi dinini, kendi kutsallarını bütün Müslüman çocuklara dayatmakta, bütün çocukların laik ve Kemalist olmasından başka bir seçenek ve özgürlük tanımamaktadır. İslâm’ın putperestlik olarak kabul ettiği uygulamalar, törenler, âyinler, övgüler okutulan derslerden de önemli, en öncelikli ders kabul edilmektedir. Siyer dersi işlenir gibi ama farklı bir kişinin hayatı işleniyor; uydurma coşkularla döne döne her yıl ezberlettirilip körpe beyinlerin yıkanması için anlatılıyor, anlatılıyor. Tüm derslerin içeriği Batıcı, laik ve Kemalist inanca uygun olarak veriliyor okul denilen tapınakta. Okullar, düzene uygun kafalar yetiştiren birer torna atölyesi konumunda işlev yapmaktadır. Uysal ve düzene itaatkâr nesiller, tâğuta kulluk yapmaya hazır insanlar yetiştirmek okulların temel görevi olmaktadır.



Bu topraklardaki tüm okullarda verilen eğitim Kitapsız bir eğitimdir, tıpkı devletin Kitapsız bir devlet olduğu gibi. Buradaki Kitab’ı tırnak içinde ve Kur’an anlamında ifade ediyorum. Yoksa, fırlatılınca ekonominin yerle bir olduğu düzenin sarsıldığı Anayasa adında kutsal bir kitabı vardır devletin. Okullarda da bu kutsal Anayasa ve kutsal Nutuk kitabına uygun o paralelde farklı kitapların varlığını elbette herkes bilmektedir. Evet, insanlar tâğutî kurumlar aracılığıyla Kitapsız yapılmakla da kalmıyor, farklı kutsallarla yönlendiriliyor. Eğitim, Rab kavramını gündeme getirir. İnsanların mutlak eğiticisi, terbiye edip yetiştiricisi Allah'tır. O'nu temel almayan eğitim, eğitim değil öğütüm olur. Pansuman tedaviler yerine; radikal değişim ve çözümler olmadan eğitimden hayır beklemek, okyanusu yürüyerek geçmeyi düşünmek demek. Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Laik devlet yönetime, laik eğitim de bilime Allah'ı karıştırmaz. Oralara başka ilâhlar(!) yön verir. Hâlbuki Kur'an'a göre yönetmek ve eğitmek sadece Allah'a ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini tesbit yalnız O'nun hakkıdır. Vahyi, eğitime müdâhale ettirmemek, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya atılan teorilerden tutun, hiçbir konu Allah'a dayandırılmaz. Eğitim, aynı zamanda besmelesizdir. Bismillâh deyip besmele çekerek başlamak bile yasaktır derse, Es-selâmu aleyküm'le sınıfa girmek gibi. Başörtüsü yasağı da gâyet doğaldır bu zihniyette. Ama, besmele ile başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin veremeyeceği tâvizler değildir. Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi daha büyük olur. İçinde haktan bazı basit hususlar taşıyan bâtıl daha tehlikeli olacaktır, hakka hiç yer vermeyen bâtıldan. Günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah'a hiç dayandırmadığından; yoktan var edici, yarattıklarını yönetici bir ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara inanıp kul olmaya hazır müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Kur'an'ın ilkelerine hiç yer vermeyen, O'nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel bulmayan anlayışta neyi eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz?



Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, bize göre kendisine küçük bir Kitap (suhuf, vahy) verilmiş bir peygamber olan ilk insanı, okuyup-yazması olmayan, hatta konuşamayan, çiğ et yiyen mağara insanı olarak tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücadelesi unutturulmak istenir. Peygamberler değil, krallardır, tâğutlardır vahyi kabul etmeyen tarihin öne çıkarttığı; hak-bâtıl mücâdelesi değildir. Savaşlar, antlaşmalar ve uyduruk uygarlıklardır üzerinde durulan. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir, şimdiki örneği de Batı, yani zulüm ve sömürü merkezi Amerika ve kokuşmuş Avrupa. Genel Coğrafya, Allah’tan bağımsız işlenir, dünya kendi kendine güneşten kopmuş, kendi kendine içinde canlılar belirmiş olarak körpe beyinlere sunulur. Diğer tüm derslerde de aynı ateist ve ataist bakış açısı sözkonusudur.



Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin adından da anlaşılacağı gibi, Din, sadece kültür ve ahlâktan ibârettir bu zihniyete göre. Tevhidî Müslümanlar olarak “keşke olmasa” dediğimiz Din Dersi, daha doğrusu “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” dersi için durum, biraz farklıdır. Dersin isminden de anlaşılacağı gibi, din, bir kültür olarak; ahlâk da bir bilgi olarak sözkonusu edilirken, yine ders kitaplarına Kemalist ve laik bakış açısı baştan sona hâkimdir. Bu ders kitaplarındaki ve müfredattaki farklılık, bu derste ******çülüğün şirki kabul etmesidir. Yani diğer derslerde ******’e eş ve benzer hiçbir güç, ideoloji, inanç kabul edilmez ve ona en küçük çapta bir ortaklık verilmezken; Din dersinde ******’le beraber, Allah’tan ve Peygamber’den de bahsedilerek, ******’e şirk koşulmasına müsaade edilir. Her ne kadar ******’ün cümleleri, âyet ve hadislerden daha fazla ise ve ******çü bakışla konular ele alınsa da, yine de, ******çülüğe ters düşmeyen ve ona uygun yorumlanan başka bir dinle ilgili bazı hususlar kültür olarak da verilmeye çalışılır. Bu ders, câhil halkın çoğuna göre çok önemlidir. Bir şuurlu genç Müslüman, marangoz hatası olarak nasılsa çıksa ve bu kitapların daha kapaklarındaki resimleri, içindeki referansları, Kur’an’dan fazla Nutuk’tan alıntıları göstererek “bu din benim dinim değil; bu kitaptakiler Kur’an’ın anlattığı İslâm değil!” deyip halk tabiriyle “din dersi”ne girmek istemese -ki düzen sadece bu dersi isteğe bağlı kabul eder- başta babası ve yakın çevresi tarafından nasıl dışlanacaktır? Evet, bu ders, hakla bâtılın, putperestlikle İslâm’ın sentezinden ibaret ve şirk kabul edilmesi gereken anlayış doğrultusunda düzenin oltaya taktığı bir yemdir.



Bu konular, halkımızın gündeminde yoktur. Aydınlar ve Müslüman yazarlar, hocalar da tartışamaz bile. Câmiler de devlet dairesine benzediğinden oralarda da bahsedilmez bu hususlar. Abdesti bozan konular, tevhidi bozan konuların önüne geçirilir hep. Kur’an’ın en fazla önemsediği, bütün peygamberlerin en büyük mücadeleyi bu konuda verdiği putperestlik ve şirk konusu, artık çağdaş müslümanı(!) hiç ilgilendirmemektedir.



Bazı çevreler, yani laiklik ve Kemalizm dinine mensup olanlar, bu yapılanın gayet doğal ve doğru olduğunu, bizim istediğimiz İslâmî bir sistem olmuş olsa, tersinden aynısını bizim de yapacağımızı ileri sürebilirler. Hayır, bu yapılanlar hiçbir özgür vicdanın kabul edemeyeceği bir köleleştirme, başka dinden hiçbir şahsın kabul edemeyeceği dinî baskı ve dayatmadan ibarettir. Tâğutların, ****** ilkelerine uygun olarak kendi hevâlarından kanun ve hükümler çıkarıp insanlara dayattıkları bu tür despot yönetim yerine, Allah’ın indirdikleri hâkim olsaydı, böyle İslâmî bir yönetimde kesinlikle biz Müslümanlar dinimizi başkalarına zorla uygulatma yoluna gitmezdik. İnsanlar hangi dini özgürce seçiyorsa o dini rahatlıkla öğrenip uygulayabilecekleri ortamlar hazırlamak zorunluluğu hissederdik. Tabii ki, okullarımızda, radyo ve tv. programlarımızda kendi dinimizi tebliğ ederiz, ama başka dinden hiç kimseyi bizim gibi ibadete zorlamayız. “sizin dininiz size, benim dinim bana” der, onların taptıklarına ibâdet etmeyip, onların da bizim ibadet ettiğimiz zâta kulluk yapmayacaklarını kendi dinlerinin gereği kabul ederiz. Etmek zorundayız. Çünkü Kur’an bunu emrediyor, dinde ikrâhın/zorlamanın olamayacağını vurguluyor. Biz, dinimizi uygun olan ortamlarda açık ve net şekilde tebliğ ederiz, başkalarının dinine sövmeyiz. Kendimizin Müslümanlığı tümüyle yaşama hakkımız olduğu gibi, başkalarının da kendi dinlerinin gereklerini yerine getirmelerine kesinlikle müdâhale etmeyiz. Tebliğ ettiğimiz dinimizin adını net olarak koyar, insanları net olarak ona dâvet ederiz. Bugün şikâyet ettiğimiz şey, uygulanan resmî dinin, başta eğitim olmak üzere, yargı, ticaret, insanlar arası ilişki gibi hemen her alanda İslâm’a hak tanımaması ve baskı altında tutup kendi bâtıl dinini zorla dayatmasıdır. Ayrıca, bütün bunlar, kaypakça ve kalleşçe, yani bizim kavramlarımızla söylersek münâfıkça tavır içinde uygulanmaktadır. Avrupa’da çocuğunu okutmak zorunda kalan gurbetçi vatandaşlarımızın işi daha kolaydır. Onlar, okulların İslâm okulu olmadığını, öğretmenlerin de Müslüman olmadıklarını biliyorlar, rahatlıkla çocuklarına anlatabiliyorlar. Oradaki okullar ve öğretmenler de münâfıkça davranıp “biz de sizin dininizdeniz” demedikleri için çocuklar da okullarda öğrendiklerinin İslâm’a ters düşen çokça yönleri olduğunu rahatlıkla biliyor, gerekli görüyorsa kendi dinini başka ortamlarda ve gerçekten Müslüman olan kimselerden öğrenmeye çalışıyor. Buradaki eğitimin İslâm’la uyuşmadığı ve farklı bir dinin çerçevesi içinde eğitim verildiği gerçeği ısrarla göz ardı ediliyor. Açıkça, “biz Müslümanlığa düşmanız, irticadan kastımız İslâm’dır, İslâm’ın kamusal alan dediğimiz toplum hayatında en küçük bir görüntüsüne bile müsaade edemeyiz. Eğitim kurumlarımızda ve diğer tâğutî kurumlarımızda İslâm’ın açığa çıkan hiçbir ibâdetine, hiçbir emrine izin veremeyiz, biz tüm insanları devletin adı konulmamış dini olan Kemalizm kurallarına uymalarını zorunlu görüyor, dayatıyor ve İslâm’ı düşman kabul ediyoruz” deseler, nifak çizgisinden kurtulmuş, maske takmadan erkekçe mücadele etmiş olacaklar. Böyle yapmış olsalar cahil ama kendisini Müslüman kabul eden halkın şiddetli tepkisiyle karşılaşacaklarından korkuyorlar.



Câhillik kötüdür, dolayısıyla “çocuğumu nerede, hangi şartlarla nasıl olursa olsun okutayım” demek, daha da kötü olabilir. Fazla ilim sahibi olmamak anlamında kullanılan câhillik kötüdür ama, küfür mânâsına gelen câhillikten çok ama çok ehvendir. Halkın birinci tip câhillikten/bilgisizlikten ağzı yıllardır yandığından, çocuğunu ikinci tip câhil yapmaya yeltendi. Yani câhilliğe rızâ göstermeyeyim diye, câhilî eğitime râzı oldu, yağmurdan kaçarken doluya tutuldu.



Eğitim, “Rab” kavramını tümüyle içeren bir olgudur. Rab, terbiye edip yetiştiren demektir. Allah’ın eğitim konusundaki prensipleri kabul edilmeyince, O’ndan bağımsız ve O’na rağmen eğitim yapan kişi rablik iddiasında bulunmuş, bu kimsenin Allah’ın ilkelerine ters eğitimini kabul eden, onda bu hakkı gören kişi de o şahsı rab kabul etmiş olur. Vahyi tümüyle reddeden kurum tâğut hükmündedir ve Müslümanların reddetmesi gereken yapıdır.



Okullarda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersini zorunlu saymayarak ateist bir insanın çocuğuna din dersini mecbur etmeyen bir düzen, bir müslümana da ateist ve İslâm’ı dışlayan eğitim anlayış ve uygulanışını mecbur etmeme eşitliği tanımalı değil midir? Okulsuz olma özgürlüğü, okul reddetme hakkı, insan hakları kapsamına girmiyor mu? Böyle hukuk anlayışı ve özgürlük olur mu? Bir Müslüman kalksa, “her istediğiniz bâtılı, zihnine yerleştirmek ve onu düzene uygun bir tarzda bir müşrik vatandaş haline getirmek için çocuğumu zorla elimden alıyorsunuz, bu bizim özgürlüğümüzü yok sayan bir durumdur; okul dediğiniz şey, bizim için hapishane ve zindan konumundadır” dese, ne cevap verir yetkililer? Bir hak mıdır eğitim, yoksa vatandaş açısından bir sorumluluk ve zorunluluk mu; devletin uyguladığı tek tipleştirme dayatmasından önce bunu hukukçularına danışıp anayasaya uygunluğunu değerlendirmesi gerekir. Dayatmacı bir düzen hukukun üstünlüğünü tanıyarak özgürlükçü ve eşitlikçi davranır mı; zaten problemin özü bu sorunun cevabında yatıyor.



ABD’de, Avrupa’da okulları ve askerliği protesto eden vicdanî retçiler, “anarşistler”, sıkhlar, Yehova şahitleri ve benzerleri var. Buralarda da benzer hak arayışı olmalı. Müslümanların okullara karşı çıkıp alternatif oluşturma çabası, çözümlerden bir tanesi olarak değerlendirilebilir. Bu tavrı beğenmesek, ya da bedelinin zor olduğunu düşünsek bile, içimizden bazılarının yapmaları gereken bir seçenektir bu. On defa başarısız olsalar da, on birincide başarılı olmak niyetiyle denemeleri, eskilerden tecrübe alarak, bazı müslümanların evlerini Erkam evlerine, küçük çaplı mescid ve okul sistemine benzetmeleri gerekiyor. Bunu deneyenler nerelerde hatalar yaptı? Sadece antitez öne çıkarıldığı için çocuklar eksik, yarım yetişti. Okulun yerini başka şeyler doldurdu. Ya da çocuğun kafasında okulun bir eksikliği vardı, bu giderilemedi; hatta okul putlaştı, yüceldi, büyük bir değer oldu. Diploma kutsal bir kitaba dönüştü. Bunlara alternatif neler olabilirdi, başka hatalar nelerdi ve nasıl düzeltilebilirdi?



Çok ilkel usuller ile, dayak ve baskı ile Kur’an Kurslarımızda hâfızlık yaptırılıyorsa bu köhne ve gayrı İslâmî metotla çocuklarımızın patolojik ruh hali sergilememesi veya Kur’an sevgisinden mahrum, ibâdetlere soğuk olmaması mümkün değil. Çocuk yaştaki öğrenciler için onsuz olunamayacak kadar önemi olan oyun alanı yoktur, okul olmaya uygun bina yoktur, uygun bahçe yoktur, öğretmende pedagojik formasyon ve sevdirme gayreti yoktur, daha nice şeyler yoktur. yoktur. Peki, böyle oldu diye biz Kur’an’ın eğitimine soğuk mu bakmalıyız? Yani “Kur’an Kursu faâliyetlerimiz tıkandı, çalışmıyor artık; bir daha böyle bir şey yapmamalıyız, başarısız olduk” mu demeliyiz? Yoksa daha güzel bir Kur’an Kursu modelini oluşturmaya, en azından teori planında, yeşil ışık mı yakmalıyız? Okul meselesi de böyle, sekiz on tane müslüman bir araya gelebilir, eski tecrübelerden yola çıkarak, belirli bir yaşa kadar çocuklarını yetiştirmek için özel hocalar tutabilir. Ama bu, çok az bir kesimin büyük bedeller ödemeyi göze alarak yapabilecekleri bir tercihtir. İngiltere’de bile daha dün müslüman olmuş Yusuf İslâm kalkıp İslâm Okulu kurarak işe başlıyorsa, bu ülke insanı çok geride kalmış demektir.



Öncelikle vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, câiz tâbirinden de öte insanlık suçu olduğunu ilan edecekleri, resmî âyinlerde şirk unsuru olan hususlar varsa bu törenler, bazı derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar varsa onlar, kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Burada ben, tartışmalı olan, yoruma tâbi olan hususları kastetmiyorum. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Varsa yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim okullardan istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka. Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine koyduğu bilgi ve kültürün ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.



Okullarda Darwin teorisinin ve benzeri özgül ağırlığı fazla olmayan birkaç meselenin, bir de ahlâkî problemlerin dışında karşı çıkılması gereken meseleleri yok gibi davranıyor müslümanlar. Yani kim neye niçin karşı çıkıyor, kim neyi niçin istiyor; belli değil. Karşı çıkılan şeyler olmazsa olmaz şeyler midir, olmazsa güzel olur cinsinden midir, bu da net değil.





Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana ve baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştıracak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine evlât şöyle diyecek: "Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, 'Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' derler. 'Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylerimize ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar' derler. 'Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov."[95]



Çağımız, bilgi çağı değil, bilgi kirliliği çağıdır. Modern yaşam biçiminde insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için bile gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına (insan istemese bile) dayatarak depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.



Kurumlardan ve çevreden öğrenilenlerin hepsi de yanlış ve zararlı değil elbette. Ama vahiyle, dünyada ve âhirette insanı kurtaracak “ilim”le karşılaştırılınca küçük bilgi kırıntıları şeklinde kalmaktadır bunlar. Bırakın zararlısını, “faydasız ilimden” bile Allah’a sığınmaktadır tek önderimiz.[96] Bilgi kırıntılarının “ilim” haline gelmesi için vahiyle sağlamasının yapılması, hazmedilip özümsenmesi, posasının çıkarılması, pratikte faydalı hale gelip uygulanması gerekmektedir. Yine illet ve gâyesinin belirlenmesi, Allah rızâsına hizmet etmesi, bütün içindeki yerinin uygunluğu ve insanlığın hayrına/salâhına hizmet etmesi lâzımdır. Kur’an’a göre âlim kuru bilgi sahibi, hele kitap yüklü merkep[97] değil; Allah’tan huşû duyup titreyen muttakî kimsedir.[98] O yüzden takvâdan uzak bilgi ilim sayılmaz, hele vahiyden kopuk ve kişiyi Allah’tan uzaklaştıran şeyin adı kesinlikle “ilim” olamaz. Eğitim, insana yön vermek, onu yönlendirmektir. Terbiye (eğitim) insanı inşâ etmek demek olduğundan mutlak terbiyeci/eğitimci ancak Allah’tır. O’ndan kopuk bir eğitimci farkında olmasa bile rablik iddiasındadır. Osmanlı dedelerinin yaptıklarının tam tersi bir uygulama ile karşı karşıyadır bugün bu topraklarda yaşayan nesiller; tersine bir devşirme söz konusudur.

Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana ve babaları yetiştirecek ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç var. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana ve babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk hanımın kendisiyle birlikte kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.



Dernek, vakıf ve kursların durumu da gözden geçirilmelidir. Dine hizmet iddia ve amacıyla ortaya çıkan İslâmî eğitime katkı hedefindeki kurumlar giderek bu araçların amaçlaşması ve motor olmak yerine fren görevi üstlenmeye başlaması riskine karşı çok uyanık olmalıdırlar. İnsanları Allah'ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine; ciddi, özgür ve özgün alternatifler, gerekli değişime çabuk uyum sağlayabilecek mobil çalışma sistemleri ve farklı seçenekler oluşturulmalıdır.



Eğitim, hevâî isteklere (vahyin tesbit ettiği şekilde) istikamet ve sınır tâyin edebilecek irâde eğitimini, tevhidî bilinci, ibadete devamı ve ahlâkî özellikleri ihmal etmeyecek şekilde, daha doğrusu bunların temel alındığı bir ölçüde değerlendirilmelidir. Bunların, vahyi merkeze almadan yerine getirilemeyeceği gibi, ümmet planında ve ideal tarzda yerine getirilmesi ve eğitim problemlerinin kesin çözümü için İslâmî bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bununla birlikte cemaatler ve riskleri göze alabilen müslümanlar, kendi çocuklarıyla ilgili radikal (tâğutun kurumlarını reddedip onlarla uzlaşmayan) tavırlar alabilmeli; lokal, kısmî ve yüzeysel de olsa çözümler üretmek için işbirliğine gidebilmelidir. Yakın yaşlarda çocukları olan beş on ebeveyn birleşerek ev ortamını okula dönüştürecek çalışmalar yapabilmelidir. Ama, riskleri göze alamayan mü’minleri bırakın tekfir etmeyi, onları kıracak tavırlardan bile kaçınmalı, halleriyle örnek ve alternatif olmaya çalışmalıdır. Unutmayalım, bu din, sadece kahramanların dini değildir. Herkesten kahramanlık beklenemez. Kaldı ki, günümüzdeki kahramanlar, bu özelliklerini hayatın tüm alanlarına da taşıyamadıklarını itiraf etmelidir. Unutulmamalı ki eğitim, hayatın sadece bir parçasıdır; tümü değil.



Çözüm konusunda azîmet veya ruhsat olarak iki çizgiden biri seçilmelidir. İlki, yanlış olarak radikallik denilen savaşçı kimliği, Allah askeri olmak ile; diğeri de en asgarî bir tevhid eri Müslüman kimliğiyle alâkalıdır. Birincisi toptan reddetmektir, tüm tâğutları ve tâğûtî kurumları. Bedeli vardır elbette bu tavrın. Mümkün ki, bu tavır savaş ilanı kabul edilecek, sürgünler yani hicretler, mahrûmiyetler, sıkıntılar, cezalar gibi karşı tarafın zulmüne göğüs germeyi gerektirecektir. Ayrıca, alternatifler oluşturmadan sadece tavır almak yeterli olmadığı için imkânlar oranında çözüm üretmeyi, müslümanca bir eğitim arayış ve çabalarını da mutlaka oluşturma mecburiyetini de ebeveynin sırtına yükleyecektir.



Her müslümanın kahraman olması beklenemeyeceği, İslâm’ın bedevîlerin, ihtiyar kadınların, âciz müstaz’afların da dini olduğu için, ruhsat yolu da tercih edilebilir. Bu konuda, tâviz verilebilecek hususlarla tâviz verilmesi bir Müslüman için mümkün olmayan şeyleri ayırt etme mecbûriyeti karşımıza çıkmaktadır. Müslüman, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerde ve böyle ortamlarda belki zâhiren tâğutların egemenliğini kabul etmiş gözükerek Allah’ın affetmesini umacağı günahlarla bu konuda tâviz vererek kurtulabilir. Ama, yeterli bir ikrâh olmadığı müddetçe küfür lafız söyleyemez ve küfür davranışlarını sergileyemez. Bülûğa ermemiş olan temyiz yaşındaki çocukların mürtedliği de geçerlidir Hanefî fıkhınca. O yüzden çocuğunu kendi elleriyle ateşe atmamak için ebeveyn, onu kurumlardaki küfre karşı uyarmalı, Müslüman kimliğini nasıl taşıyıp nasıl koruyabileceğini iyi öğretmelidir. Cezalar da verilse, tâğutların övgüsü niteliğindeki şiirleri okumayacak, onların övüleceği bayram ve törenlere katılmayacak, en azından ağzından tâğutların kutsallarını över anlamda sözler çıkmayacak ve bu tür davranışlardan her ne pahasına olursa olsun uzak kalacaktır. Bu konuda ant törenleri ve bayramlar çözüm getirilmesi gereken problemler olarak karşısına çıkacaktır Müslüman ebeveynin. Derslerdeki terslikler, yani bir Müslüman açısından küfür olan hususlar tesbit edilmeli ve zihin ve gönüllere o tür zehirli gıdaların girmemesine özen gösterilmelidir. Okullarda nasıl gıdalar verildiği, her akşam çocuk eve geldiğinde kontrol edilmeli ve varsa zehirler iyice yerleşmeden hemen temizlenmelidir.



Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn, yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından cumartesi ve pazar günleri, hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir. Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir. Bir mahallede beş on velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi ve gayretli olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını duyan insanlar birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir. Zâten Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak beklenmemelidir.







Ekonomik Yorumlarda Şirk


Günümüzde ekonomik yorumların çoğu da baştan sona şirk anlayışı içerir. Sadece iktisat ve ekonomi eğitimi veren kurumlar değil; medyanın, hatta halkın gündemindeki ekonomik değerlendirmelerin hemen hepsinde para, ilâhların başında gelir. Tüm mülkün, para, mal ve nimetlerin Allah'a ait olduğu anlayışı olan “ekonomik tevhid” anlayışına yer yoktur. İnsanların ekonomi yönüyle de evrim geçirdiği, ilkel komünal toplumdan köleci topluma, feodal toplumdan, kapitalist ve sosyalist topluma doğru seyri ve bu çeşit tasnifi, insanların Allah’tan bağımsız olarak sürekli evrim geçirdiği iddiasını haklı çıkarmaya dayanır. İlk insanın, ilk peygamber ve ilk yaşama biçiminin vahyin ışığında tevhid olduğu gerçeği, en küçük bir teori ve ihtimal dâhilinde bile değerlendirilmez.



Şirke dayalı düzenlerde ekonomiyle ilgili anlayış, Allah’ın hudûdunu tümüyle yok sayar. Piyasada helâl-haram ayrımı yoktur. “Paranın dini imanı olmaz” der bazıları. Tabii, bu ifade “ekonomik hayatta haram-helâl önemsenmez” anlamında kullanılıyor. Paranın olmasa da, para sahibi insanın elbette dini imanı, haram ve helâl inancı olmalıdır. Kim ne alıp satarsa satsın, kim kimi nasıl kandırırsa kandırsın, haram ve ayıp sayılmayan iktisadî bir câhiliyede yaşıyoruz. Para kazanmak için her yol mubahtır kapitalist toplumda. Yeter ki, kanunların suç saydığı bir şey yapmasın, ya da yapıyorsa kılıfını uydursun insan. Vergisi verilen kazanç kutsal sayılır; İslâm’ın yasak saydığı işi yapsa da. Kapitalizm, en çirkin şekliyle piyasadadır. Asgarî ücret açlık sınırının bile altında kalmış kimin umurunda? Yedi milyondan fazla resmî işsiz var bu ülkede.



Para putu herkesi peşinden koşturur; yerde sürünen paranın kulu, paraya secde etmiş olur. Faiz harammış; olsun, kimsenin aldırdığı bile olmaz. Kişi başına düşen banka sayısı Avrupa ortalamasından bile fazladır. Böyle İslâm dışı düzenlerde müslümanın helâl lokma kazanması, helâl ve temiz yiyecekler bulması, helâl yoldan (faize, bankaya bulaşmadan) zengin olması çok mu çok zordur.



Nice haramlar kapitalist düzende gâyet doğal (helâl, meşrû) görülmekte. Nice “Müslümanım” diyen insan, “fâizsiz ekonomi mi olur?” diyerek, ya da bazı haramları savunup İslâm’ın zekât gibi bazı emirlerini inkâr ederek, önemsemeyerek küfre düşmektedir. Fâiz yanında, tahvil, haram sigorta, emeği sömürmek ve kul hakkına riâyetsizlik gibi nice haramlar vardır; bunları yasak olarak kabul etmemek insanı imandan çıkarır. İslâm’a karşı olan veya İslâm’ın yasak ettiği işlerde çalışmak, meselâ seks, zina, fuhuş, dans gibi eğlence dünyasından para kazanmak, içki ve uyuşturucu madde yapımı veya satımı İslâm’ın yasak ettiği, ama kapitalist sistemin câiz gördüğü alanlardır. Kişi, bu ve benzeri para kazanma yollarını normal görür, savunur, ya da bu devirde bunlar olmadan yaşanmaz diye düşünürse, İslâm’dan çıkmış olur. Yine ihtikâr (karaborsa), rüşvet, hırsızlık yapmak, çalıntı mal alıp satmak, ölçü ve tartıda hile, kumar, alışverişe hilenin, yalanın, yeminin karıştırılması da haram kabul edilmesi ve kaçınılması gereken hususlardır. Bunları normal görmek kişiyi tevhid inancından uzaklaştırır. Kapitalist düzenlerde insanlara dünya tutkusu ve mal yığma sevdâsı verilir; bu düzende dünyevîleşen insan, giderek maddeyi ve parayı kutsallaştırmaya başlar. Parayı kullanma yerine paranın kendini kullandığı azgın bir insan olur çıkar. Maddenin hâkimi değil, mahkûmu olur.



Kim dünyaya evlenme teklifinde bulunursa, dünya ondan mehir bedeli olarak, dinini ister. Dünyanın karakteri, önce yaldızlı şeylerle aldatıp sonra helâk etmektir. O, kendini beğendirmek için süslenip püslenen, evlendikten sonra da kocasını öldüren bir kadına (daha doğrusu ihtiyar bir cadıya) benzer. Helâl-haram gözetmeden para kazanan ehl-i dünyadır, laiktir, kapitalisttir. Haramdan kaçan, helâl kazanç sağlayan ise ehl-i diyânettir, mü’mindir, mübârektir. Karun gibi, Firavun gibi, yahûdiler gibi zengin olmak, dini satıp dünyayı da mezara kadar sırtlamaktır. Her yolcu, birşeyler götürür. Âhirete giden de sevaptan, günahtan başka bir şey götüremez. Materyalistlerin putlaştırdığı para, esir alınıp İslâmiyet'in hizmetine sokulmalı. İslâm'a uyarak yapılan ticâret de, ibâdettir. Müslümanlar yaptıkları ticâreti, piyasa kurallarına göre değil; İslâm kurallarına göre yapmalıdır. Allah’a hakkıyla iman edip sâlih amel işleyen ve günlük işlerinde, ticâret ve her türlü alışverişlerinde Allah’ın hudutlarına riâyet edenlere bereketler verilecektir, rızıkları arttırılacaktır. Bunun yanında sadece dünya kazancını düşünenler ise büyük mahrûmiyetlere de uğrayacaklardır. Bu konudaki Sünnetullah, gerçekten dikkat çekicidir: “Allah, (ibret için) bir ülkeyi örnek verdi: Bu ülke güvenli, huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku sıkıntısını tattırdı.”[99]



Aslında hayatın tamamı, tüm alanlarında ve bütün mücâdelelerinde ya Allah'la; ya da şeytanla bir alış-veriş eylemidir. İnsan ne yaparsa, ne verirse mutlaka onun bir karşılığı vardır. Eğer sonuçlar iyi, yararlı ise, alış-veriş kâr; değilse zarar getir. Muvahhid müslüman, zaten aslında Allah’a ait olan ve dilediği zaman dilediği şekilde alabileceği[100] mal ve canını Allah’a adayarak Allah’la ticareti seçerek âhiret için çok büyük yatırım yapabilir. "Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır..."[101]; "Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasülü'ne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır..."[102]



Münâfıkların, yahûdileşenlerin, Bel'amların, din tüccarlarının, dini gerçekten sömüren, dinin sırtından geçinen satılık kalem ve dillerin, ne tür bir ticâret yaptıklarını rahatlıkla anlayabiliriz. Onlar, hem dünyada hem de âhirette kendilerini zarara sokacak bir şeyi satın almışlardır. Yaptıkları ticâret, kendilerine umdukları kârı sağlamayacaktır. “İşte onlar, hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticâreti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.”[103]



Hapse girmemek için T.C. kanunlarına gösterilen gayret kadar, Cehenneme girmemek için Allah’ın kanunlarına uyulsa, dünyamız da, âhiretimiz de cennete dönüşecektir. Üniversite sınavına hazırlanan bir genç kadar âhirette Cennet kazanmak için dünya imtihanına özen göstersek Cennetin bütün kapıları bize açılacaktır. Dünya huzuru da avans olacaktır. Allah'la alış-veriş yapan, çok kârlı ticâreti seçenlere ne mutlu!



Siyasal şirk anlayışı da bilimsel kılıflarla takdim edilir.

En iyi sistem, milyonlarca yıllık tecrübe sonunda cumhuriyet ve demokrasi olarak adlandırılır. Hakk’ın değil; halkın egemenliğine, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi alternatif bile kabul etmeyen bu câhiliyye düzenlerini neredeyse tüm insanlar canla başla savunur. Faşist, kapitalist veya sosyalist olsun her farklı grup, gerçek demokrasinin kendi savundukları ideoloji ve düzen anlayışında olduğunu iddia ederlerken, kendini müslüman sayan nice insan da bu orkestraya katılır.



Devlet yönetiminde dine yer yoktur, eğitim ve sosyal hayat, laik ve Kemalist esaslarla düzenlenmek zorundadır. Din anlayışı, din eğitimi ve din kurumları da laik düzenlemeye tâbidir. Dinlerin ortaya çıkışı, din eğitimi veren laik din eğitimi kurumlarında da doğal olarak şirk esasına dayandırılır. İlk din İslâm, ilk insan ilk peygamber, ilk peygamber Hz. Âdem değildir bu şirk anlayışında; insan, önce tabiata, totemlere tapmış, sonra çok tanrılı dinleri icad etmiş, çok sonraları da tek tanrılı din anlayışı oluşturmuştur...



Modern câhiliyenin sosyal ve siyasal şirk anlayışı gereği devlet, din esaslarına -en küçük çapta bile- dayandırılamaz. Tüm kurum ve kurallarıyla şirkin dışına çıkılamaz bu devlet anlayışında. Halk da sosyal hayatta, kamu alanında tevhidî inancını sergileyemez, muvahhid bir şekilde yaşayamaz. Ama demokrasi vardır; halk şirk arasında istediği tercihi özgürce yapabilir, istediği tâğutu rab olarak seçebilir.



İnsanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı, göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor, yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere uygun olmak şartıyla) sadece -o da sınırlı şekilde- câmilere karışabilir, oraya hâkim olabilir. Üniversite dâhil okullara, mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.” Bu anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin devlete, devletin dine karışmaması” demek olan “laiklik” gereği ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına karışıl(a)mayan Allah'ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, buralarda egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil, temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski Arap câhiliyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir şey yok; sadece eski câhiliyenin modern görünüm ve söylemleri var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.



İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara, içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa, konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor, dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların tümü, şirkin dışında birşeyle izah edilemez.



Câhiliyye Arapları, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kesin bir şekilde kabul ediyorlardı.[104] Modern câhiliyye insanı ise, Allah'a bu kadar bile inanmıyor; ne olduğunu ve hangi vasıflara sahip olduğunu düşünmeden doğa/tabiat ve tesadüfe yaratıcılık atfediyor. Tabiatı ilâhlaştırarak çocukları, çiçekleri, güzellikleri doğanın armağanı olarak kabul ediyor. Bazen de bu “tabiat tanrısı”na kendisini ve hemcinslerini ortak koşuyor, kendisinin veya başka insanların yaratıcılıklarından bahsediyor.



Tüm bunların yanında, her dönemde görülebilen şirk unsurlarını da katarsanız, muvahhid insanın, istisnâlar dışında niye yetişmediği, huzursuzluk ve zilletin niye artarak devam ettiğinin temel sebebi daha iyi teşhis edilecektir.



Yalnız, burada unutulmaması gereken önemli bir husus var: Allah'a ortak koşan birisinin, şirk koştuğu şey için, “bu da bir ilâhtır”, “ben buna da tapıyorum” demesi veya böyle düşünmesi de, olayın şirk olması için şart değildir. Şirk, öncelikle kalpte yer eder, sonra düşünce ve hareketlere yansır. Şirkin temeli, Allah’tan başka herhangi bir şeyi Allah'a tercih etmektir.



Hızır olarak adlandırılan ölümsüz zannedilen zât, gerçekte hayatta olmayan bir kimsedir. Yine Hızır gibi bazı ilâhî vasıflara sahip olduğu zannedilen “evliyâ”nın, tanrılaştırılıp bunların her yerde hazır ve nâzır olduğuna, insanları gözetlediğine, bazen koruyup yardım ettiğine inanılır. Dünyanın varlık sebebinin bu gibi zâtlar olduğu kabul edilir. “Müslümanım” diyen nice insan, Allah’ın dünyayı ve özellikle yaşanılan coğrafyaları onların yüzü suyu hürmetine ayakta tuttuğunu, yoksa çoktan helâk edeceğini kabul edip dillendirir. Bu tür inançların gerçekle de, temel hakikat olan tevhidle de hiçbir ilgisi yoktur. Tümüyle bâtıl itikatlardır. Allah, dünyayı kendi irâdesiyle ayakta tutmaktadır. O’nun irâdesine engel olacak veya onu değiştirecek hiçbir zât olamaz. Allah, dünyanın ve evrenin işleyişi ile ilgili kanunlar koymuş, hikmetler belirlemiştir. Evren bu İlâhî kanunlarla ayakta durur. Allah’ın otoritesinde ve tasarrufunda hiçbir kimsenin ortaklığı yoktur. Dolayısıyla Allah’tan başkasına, sanki bir güce sahipmiş gibi duâ etmek şirktir. Ölülerlerden medet ummak câhiliye sapıklıklarındandır. Muvahhid bir mü’min, bu çirkin inançlardan kesinlikle uzak durmalıdır. O, yalnızca Rabbinden dilekte bulunmalı, O’na yönelmeli ve O’na duâ etmelidir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
ŞİRK(devam)
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» ŞİRK(devam)2
» ŞİRK(devam)3
» ŞİRK
» kÜFÜR(dEVAM)
» İRTİDAT(DEVAM)

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
MeDinE~Fm Forum :: İSLAM DİNİ :: AKAİD-
Buraya geçin: