MeDinE~Fm Forum
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

MeDinE~Fm Forum

İslami MeDinE~Fm Forum Radyomuzu dinlemek için...( http://www.vahdetfm.com/radyo.htm )....adresine girebilirsiniz...
 
MedinefmAnasayfaGaleriLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 İSLAMİ HAREKETİN AHLAKİ ESASLARI

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
KIYAM

KIYAM


Mesaj Sayısı : 25
Kayıt tarihi : 30/09/09

İSLAMİ HAREKETİN AHLAKİ ESASLARI Empty
MesajKonu: İSLAMİ HAREKETİN AHLAKİ ESASLARI   İSLAMİ HAREKETİN AHLAKİ ESASLARI Icon_minitimeÇarş. Eyl. 30, 2009 12:51 pm

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla


Hamd yalnız Allah’a, salat ve selam kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olana.

İşte bugün bizler Pakistan İslam CemaatıEmiri Üstad Ebu’l-A’la el-Mevdudi’nin nefis bir risalesini takdim ediyoruz. Gerçekten bu konferans büyük manalar taşıyan ve tehikeli konular işleyen bir konferanstır. Çünkü çok önemli bir mevzuyu incelemekte ve akıl sahiplerinin çözemediği, düşünürlerin aciz kaldığı bir meseleyi inceleyip tahlil etmektedir. Her şeyden önce insanlar küfür bayrağının yükselip İslam sancağının yere inmesine şaşmaktadırlar. Sonra da “Eğer iman ediyorsanız en üstün sizlersiniz.” Ali İmran: 3/139 ayetinin manasını bir türlü anlamıyorlar. Bunun üzerine kalkıp ayetin manasından uzak teviller ve zayıf görüşler ileri sürüyorlar. Bazıları bugünkü halimize bakıp bu ayetlere mana vermeye kalkışıyor ve gerçek mü’minler Avrupalılardır çünkü onlar şu anda galip gelmişler ve üstün olmuşlardır fikrine saplanıyor. Sonra bir parti kuruyor ve şiddetli bir hareket başlatıyor. Fakat sonunda içler acısı bir şekilde geri dönüyorlar.

Elinizdeki bu kitapçık İslam Cemaatının 31. 4. 1945 tarihinde aktedilen senelik kongresinde cemaat üyeleri ve taraftarları huzurunda genel merkezi olan Pencap kentinin doğusunda verilmiş bir konferanstır. Bu satırları yazan kimse o kongrede bulunmuş ve irticalen verilen bu konferansın kalplerdeki derin tesirini hala unutamamış olan biridir.

Bu kelimeleri yazarken eş, dost ve arkadaşların ve kardeşlerin bu konuşmadaki esaslara imtisal ettiklerini ve hatibin sağlık durumu ve Hindistan’da İslami hareketin geleceği mevzuunda ne kadar hassas davrandıklarını görmekteyim. Konuşmanın sonunda bu konuda da bir kaç kelime söylenmiştir. Hulasası bu konuşma davet tarihinde, tarihi bir konuşma olduğu kesindir. Ve beklenen etkisi kendisini göstermiştir.

Bu konuşmanın irticali bir konuşma olduğunu söyledim. Evet öyledir. Ama sonradan yazılarak üstad tarafından gözden geçirilmiş, konuşma dili olan ve bu bölgedekilerin kullandıkları dili olan urduca diliyle neşredilmiştir. Arapçaya çevrilmesini aziz kardeşimiz Muhammed Asım el-Haddad gerçekleştirmiş bu fakir de gözden geçirmiştir. İnşaallah arapça okuyan okuyucular nezdinde kabul görür de böylece faydası genelleşmiş olur.

Allah’tan bizi hayır ve reşad yolunda muvaffak kılmasını ayakların kaydığı yerlerden hata ve fesattan uzaklaştırmasını dileriz. Her şey O’na dönecek ve her şey O’nun kudreti dahilindedir ve sadece O’na güvenilir.


Mes’ud en-Nedvi


Pakistan 23. 12. 1371 Hicri





























İSLAMİ HAREKETİN AHLAKİ ESASLARI


Zannediyorum yazılarımız ve risalelerimizden bizim nihai hedefimizin ve şu anda mevzuunu ettiğimiz mücadelenin nihai gayesinin sadece “inancımızı hayata hakim kılmak” olduğunu anlamışsınıızdır. Bundan bu dünyada erişmek istediğimiz şeye nail olmayı, yeryüzünü fasık ve facir idare ve hakimiyetlerinin kirlerinden temizlemeyi sonra da kamil imamlık nizamını kurmamızı kastediyorum. İşte bu çaba ve aralıksız süren bu mücadeleyi dünya ve ahirette Allah’ın rızasına kavuşmak için en büyük ve en başarılı bir vesile olarak görmekteyim.

Bizi üzen noktalardan birisi insanların tamamının -müslüman ve gayri müslim- bizim seçtiğimiz ve göz diktiğimiz bu hedefi görememeleridir. Müslümanlar bizim bu gayemizi sırf siyasi bir hedef olarak kabul ediyor, bu gayenin dini açıdan önemini ve yerini anlayamıyorlar. Gayri müslimler ise, İslam’a karşı mutaassıp olarak yetiştiklerinden ve İslam’ı bilmediklerinden fasık ve facir idarelerin insanlığın başına gelen bütün musibetlerin çıkış noktası olduğunu kavrayamıyorlar. Ve insan saadetinin dünya işlerini salih ve adil ellere terketmeye bağlı olduğunu idrak edemiyorlar. Bugün dünyada gördüğümüz her türlü zulüm, fesat, azgınlık ve insan ahlakındaki başıboşluk, medeniyet damarlarında dolaşmakta olan kahredici zehir, yeryüzündeki tüm araçların ve beşeri ilimler neticesinde ortaya çıkan bütün aletlerin insanı yok etmek için kullanılması, bu malzemelerin insanlığın saadeti yerine ve kurtuluşu yerine yıkılması için kullanılması bütün bunlar yeryüzünde idarenin Allah’tan uzaklaşmış ve topyekün maddeye tapmaya başlamış kimselerin elinde olmasındandır. Bu aşağılık, dünyanın arzularına kapılanmış kişilerin elinde olmasındandır.

Bugün birisi kalkıp yeryüzünü temizlemek istese ve fesat yerine salahı, anarşi yerine güveni, ahlaksızlık yerine güzel ahlakı, kötülüklerin yerine iyilikleri getirmek istese, insanları iyiliğe davet edip öğüt vermesi ve Allah’tan korkmalarını tavsiye etmesi ona yeterli olmayacaktır. Aksine gücü yettiği oranda salih insanları bir araya getirip onları dayanışma içinde bir kuvvet haline sokacak, dünyadaki medeniyet konvoyunu idare edenlerin elinden idareyi alabilecek ve yeryüzünde arzulanan liderlik için gerekli çalışmayı yapabilecek kıvama getirmesi şarttır.


Liderliğin önemi ve tehlikesi:


İnsan hayatının meselelerini birazcık olsun bilenler, insanlığın bozulma ve düzelme probleminin bağlı olduğu meselenin liderlik ve idareyi elde bulundurmak meselesi olduğunu rahatlıkla anlayabilirler. Tren gibi... Tren makinistin yönlendirdiği tarafa gider. Yolcular isteseler de istemeseler de aynı yöne gitmek zorundadırlar. İnsanlık medeniyeti de aynı şekilde onu idare eden ve yolunu çizen kimselerin istediği cihete gidecektir.

İnsanları, kendilerine idaredekilerin çizdiği yolu değiştiremeyecekleri apaçık ortadadır. Çünkü her şeyin hakimiyeti onların elindedir. İnsanların bütün işlerini düzenlemek hususunda mutlak hakimiyet sahibidirler. Kalabalıkların arzu ve emelleri onların isteğine bağlıdır. Çünkü kamuoyu oluşturmak, nazariyeler geliştirmek ve istedikleri şekilde sunmak için var olan bütün malzemelere araçlara onlara onlar sahiptirler. Ferdi eğitme, toplum düzenini kurmak ve ahlaki değerleri yenilemek onlara bağlıdır. Bu liderler ve idareciler Allah’a inanıp O’na verilecek hesabı düşünseler hayat nizamının tamamıyla hayır, kemal ve salah yolunda yürümesi muhakkaktır. Kötüler dinin himayesine girip kendilerini ıslah edeceklerdir. İyilikler artacak ve iyiler çoğalacaktır. En azından kötülüklerin kökü kazınmasa ve eseri giderilmese de artması önlenecektir. Ama bu idare, Allah ve Peygamberden uzaklaşmış, arzularına tabi olmuş ve fısku fucura dalmış kimselerin idaresi olursa elbetteki hayat nizamı taşıyla toprağıyla, büyüğüyle küçüğüyle, zulum, isyan ve fesat yolunda ilerler. Fikir, nazariye, ilim, edebiyat, siyaset, medeniyet, kültür, imar, ahlak, muamele, adalet ve kanunlarda fesat ve kargaşa başgösterir. Kötülükler gelişip büyür ve tehlikeli hale gelir. Yeryüzü iyilikleri kabul etmez, hava ve su iyiliklere karşı cimri davranır. Böylece yeryüzü zulum ve fesat ile dolar. Bu gibi düzenlerde kişinin şer yola tabi olması ve o yolda yürümesi kolaydır. Hayır yolunda yürümesi bir tarafa girip kalması dahi zorlaşır. Onun durumu kalabalık bir konvoyda yürüyen kimseye benzer. Kalabalığın gittiği tarafa gitmek isterse bir çaba sarfetmesi gerekmez. Kalabalık onu ister istemez sürükler. Ama kalabalığın aksi istikametine gitmek isterse mutlaka onlara muhalefet etmesi gerekir. Bütün gücünü toplamış da olsa birkaç adım ileriye gidemez. Çünkü kendisi bir adım ileriye atsa kalabalığın dalgası onu birkaç adım geriye sürükleyecektir. Toplum düzeni de böyledir. Eğer küfür yolunda yürümeye başlarsa birinin onlarla yürümek için bir çaba sarfetmesine hacet kalmaz. Kalabalık onu sürükler. Fakat bu eğri yolun aksi istikametinde bir yolda yürümek istese ne kadar çalışırsa çalışsın ne kadar mukavemet ederse etsin kalabalık onu fersah fersah ötelere sürükleyecektir.

Bu durum delile muhtaç anlaşılmayan bir nazariye değildir. Tam tersine bugüne kadar geçmiş olan olaylar bu durumun inkarı mümkün olmayan açık bir hakikat olduğunu ortaya koymuştur. Biraz olsun ilim ve marifetten nasibi olanların inkar edemeyeceği, görmemezlikten gelemeyeceği bir gerçektir. Geçtiğimiz asırda Hindistan’da vuku bulan dehşetengiz inkılab buna misal olarak yeterlidir. Şartların, görüş ve nazariyelerin nasıl değiştiğini ve hatta yaratılıştan kaynaklanan seciyelerin dahi nasıl alt üst olduğunu görmez misiniz? Düşünce metodları ve inceleme üslubları değişmiştir. Ahlak kuralları, şeref ve üstünlük ölçüleri de bir inkilaba düçar olmuştur. Bu inkılap ve değişme fırtınasından kurtulan var mıdır? Sabah akşam bu diyarda vuku bulan bu inkılabın sebebi nedir acaba? Ülkeyi idare edenlerden başka bir sebeb gösterebilir misiniz? Bu ülkenin idaresini ellerinde bulunduranlar ahalinin düşünce ve yapısını, yaşayış ve muamelelerini kendi özel yapılarına uydurdular. Bozuk kalıplarında şekil verdiler. Bir de dön şu inkılaba karşı duranlara göz at bakalım!Ellerinden geleni esirgemeyen bu insanların sonu nereye varmıştır? Direndiler mi yoksa çalışmalarını sürdürdükleri yerde mi kaldılar?Veya nereye kadar çalıştılar?Dün bu inkılaba karşı koyanların torunları bugün o inkilaba bağlanmışlar ve modern medeniyetin cereyanına çarpılmışlardır. Dün evlerin dışında kalmış olan bu medeniyetin fesat odakları bugün evlere kadar girmiştir. Dün çarşı ve sokaklarda kalan şer araçları bugün evlere girmiş vaziyettedir. İlim ve şeref ehli olup darbı mesel haline gelmiş bir çok aileden bugün dalalet, zındık, ilhad ve Allah’ı, ahiret gününü inkar eden çocukların yetişmesi gerçek değil midir? Olmamış mıdır? Bu tecrübeler ve müşhedelerden sonra kim kalkıp da idare ve liderlik meselesinin hayatı meselelerden ve temel meselelerden biri olduğunda tereddüt edebilir?Bu meselenin önemi ve tehlikesi bu asırda ortaya çıkmış bir şey değildir. Çok eski zamanlardan beri gözler önündeki bir gerçektir. Halk idarecilerin dini üzerinedir sözü malumdur. Hadislerde çok yerde ümmetin fesad ve salahından büyükleri ve alimlerinin sorumlu olduğu geçmiştir. Çünkü işler onların elindedir ve ellerinde liderlik sancağını taşımaktadırlar.


Dinin gerçek hedefi; kamil imamlık nizamını

kurmaktır:


Öyle zannediyorum ki, buraya kadar anlattıklarımdan bu meselenin dini açıdan ehemmiyeti kavranmıştır.Görünen odur ki: dinde, kulluğun başlangıcı Hakk’ın kulluğuna girmek, topyekun kulluk edip O’na itaat ile bağlanmak ve Allah’tan başkasına olan kulluk bağlarını çözüp atmaktır. Sonra mü’minlerin hayatlarında Allah’ın indirdiği ve Rasulullah (s.a.v.) in getirdiğinin dışında bir kanun olmamasını gerektirir. Daha sonra İslam, fesadın yeryüzünden kalkmasını, Allah’ın gazabını celbeden bütün münkeratın kökünden sökülüp atılmasını ister. İşte bu yüce gayelerin, insanoğlunun idaresi, dalalet ve küfür başlarının elinde olduğu müddetçe gerçekleşmesi asla mümkün değildir. Hak dine tabi olanlar da bu taifenin zulmüne boyun eğip teslim olmaktan başka bir şey yapamazlar. Tekkelerine kapanmış, dünyadan kopmuş ve bu zalim idarecilerin kendilerine vereceği sadakaları bekler halde Allah’ı zikrederler!!! Buradan da tekrar kamil imamlığın ve hak nizamı tesis etmenin nasıl dini gayelerden ve esaslardan biri olduğu ve ne derece önemli olduğu ortaya çıkar. Doğrusu insan bu farizayı unutur, ihmal eder ve onu yapmaktan çekinirse hiçbir amel ile Allah’ın rızasına ulaşamaz. Kitap ve sünnette cemaat ve itaatın gerekliliği hakkında varid olan nassları görmediniz mi? Hatta insan cemaattan bir kıl payı ayrılmış olsa, namaz kılıp oruç tutsa ve kendini müslüman zannetse de cemaattan ayrıldığı için öldürülmesi gerekir. Bu ağır cezanın sebebi sizce ne olabilir? Bunun sebebi dinin gerçek hedefinin, hukuk düzeni olan, kamil imamlık düzenini kurmak ve onu yeryüzünde kuvvetlendirmektir. Bütün bunlar ise cemaat kuvvetine bağlıdır. Cemaatın kuvvetini zayıflatan ve gücünü azaltan kimse İslam ve müslümanlara karşı namaz ve kelimei tevhid ile tedavisi mümkün olmayacak şekilde ağır cinayet işlemiştir. Namaz ile kelime-i tevhid ile bu cinayet telafi edilemez.

Sonra “Cihad” ın dini açıdan ne büyük bir yeri olduğuna bakınız ki; Kur’an cihadı terkedip ihmal edenler hakkında münafıklık hükmünü vermektedir. Çünkü cihad Hak nizamı kurmak için aralıksız çalışma ve sürekli bir mücadeleden başka birşey değildir. Kur’an kişinin imanınıve ihlasını cihad ile ölçmekte ve cihadı ölçü kabul etmektedir. Başka bir deyişle Allah’a ve Peygamberine inanan kimse batıl düzenin tasallutuna asla razı olması mümkün değildir. Yahut canını ve malını Hak nizamı kurmak için vermekten çekinmesi mümkün değildir. Bu konuda yaptığı işlerde zafiyet ve aşağılık gösteren her şahsın bazı şüpheler taşıdığı kesindir. Böyle olduktan sonra ona hangi ameli fayda verebilir?

Şu anda vaktimiz bu meseleyi teferruatıyla ele alıp incelemeye müsait değil. Ancak burada söylediklerimizi bu önemli hakikatın açıklaması için kafi görüyorum. Kısaca kamil imamlık nizamının kurulması İslam’da çok önemli bir yer teşkil etmektedir. Her Allah’a ve Peygambere inananın ve hak dine boyun eğenin hayatını İslam kalıbına sokmaya çalışmasıyla amelleri bitmiş sayılmaz. İmanının gereği olarak bütün gücüyle idarenin iplerini kafir ve zalimlerin elinden almaya Allah’dan ve hesap gününden korkanlara teslim etmeye çalışması gerekir. Yeryüzünde hak nizam kuruluncaya kadar çalışması gerekir. Allah’ın razı olduğu, dünya işlerinin düzeleceği ve kıvamının geleceği nizamı tesis edinceye kadar çalışmalıdır.

Eğer bu büyük hedef cemaat halinde çalışmayla mümkün olacaksa artık mutlaka yeryüzünde hak nizamın ilkelerine inanan, onları koruyan ve hayatta hak nizamı kurup itina ile işlerini idare etmekten başka hedefi olmayan bir cemaatın bulunması şarttır. Vallahi yeryüzünde hiç bir mü’min kalmasa ve sadece tek bir dahi bulunsa onun küfür nizamına boyun eğmesi batıl bir düzenin tasallutu altında yaşaması caiz değildir. Tek başına kalsa ve elinde hiçbir imkan olmasa dahi bu şekilde yaşaması doğru değildir. Yahut da ehveni şer diye bazı hilelerin arkasına girmeye çalışması doğru olamaz. Yapacağı tek şey:Allah’ın razı olacağı hayat düsturuna bütün insanlığı davet etmesidir. İsterse davetine kimse icabet etmesin. Ölünceye kadar doğru yolda sebat edip insanları ona davet etmek o doğru yoldan ayrılmaktan bin defa daha hayırlıdır. Kafirlerin liderliği altında zulüm dolu bir yolda yürümesinden bin kez daha hayırlıdır. Allah’ın kullarından kendisini dinleyen insanları bulunca onlardan bir cemaat oluşturup izah ettiğimiz gayeyi gerçekleştirmeye çalışmalıdır.

Allah’ın kitap ve sünnet hakkında bana verdiği bilgim ile ben ilahi dinin gereğinin böyle olduğunu görmekteyim ve anlamaktayım. Kitab-ı Aziz olan Kur’an bunu istemektedir. Nebiler ve Rasullerin yolu da budur. Ben bunda zerre kadar şüphe etmiyorum. Bu inancımın sarsılacağını da asla zannetmiyorum. Allah’ın kitabı beni teyid ettiği sürece, Peygamber sünneti arkamda olduğu müddetçe ve bu ikisi elimden tutup beni ciddi bir çalışmaya sevkettiği sürece bu inanç ve görüşten asla dönemem.


Yeryüzünde İmamlık konusunda Allah’ın

koyduğu kanun:


Bu çalışma ve gayretlerimizin maksadını idrak ettiysek bu gayeye erişmek için Allah’ın koyduğu kanunu bilmemiz ve idrak etmemiz gerekir. İçinde yaşadığımız şu kainatı Allah yaratmış ve şüphesiz her şey için muhalefeti mümkün olmayan belli bir kanun ve ölçü takdir etmiştir. Bu dünyada hiç bir şey istek ve arzu ile halis niyetlerle gerçekleşmez. Hiçbir şey kutsal ruhların bereketiyle semere vermez. Bu tür çalışmaların semere vermesi ve gerçekleşmesi için mutlaka Allah’ın koymuş olduğu şartların ve gereklerinin yerine getirilmesi iktiza eder. Mesela tarla ekiyorsan ne kadar iyi insan olursan ol, ne kadar çok tesbih çekersen çek ilahi kanunun gereklerini yerine getirmeden o tarladan tek bir tane dahi ürün çıkmaz. Çünkü tarlanın verimi için tohum ekecek, onu sulayıp gübreleyecek hasad edeceksin. Bunlar ilahi kanunlardır. Bunları yapmadan iyi niyyet ve iyi ahlak ile tarlanın ürün vermesi mümkün değildir. Aynı şekilde arzu ettiğiniz ve hasretle imamlık ve yeryüzü liderliğinin sadece dualar ve tatlı hayallerle gerçekleşmesi imkansızdır. Bu husustaki ilahi kanunu bilip gereklerini ve bütün şartlarını yerine getirmeniz lazımdır. Yeryüzünün hakimiyeti için gerekli şartları yerine getirmeniz şarttır. Bu çok önemli ve tehlikeli bir mevzudur. Yazdığımız bir çok yazı ve verdiğim konferanslarda bunu açıkladım. Fakat bu konuşmamda da aynı mevzuyu açıklayıp izah etmek istiyorum.

İnsan ve dünyadaki varlığı hakkında düşünürseniz birbirine zıt iki yönlü, ikisinin de bir arada bulunduğu bir varlık görürsünüz.

İnsanın birinci yönü, onun bir bedeninin bulunması ve bu alemdeki diğer canlıların tabi olduğu kanunların cereyan ettiği normal bir canlı varlık olmasıdır. Bu varlığın hayatı diğer canlı varlıkların hayatlarını sürdürdükleri normal araç gereç ve maddi asbaba bağlıdır. Bu varlığın tabi kanunlar çerçevesinde araç ve gereçler vasıtasıyla yapacağı işler dışında bir şey yapması mümkün değildir.

Diğer yönü ise sadece insan tecelli eden insanı diğer canlılardan ayıran yönüdür. O da insanın tabii olan şeylere boyun eğmeyen, aksine onlara hükmeden ahlaki varlığıdır. İnsan olmasıdır. Hatta bu yönü insanın bedenini bir alet gibi kullanır ve onun sayesinde bazı şeyler elde etmeye ve sebebler alemine hükmetmeye gayret eder. İnsanın çalışan güçleri ise Alah’ın ona bahşetiği ahlaki sıfatlarıdır. Burada ahlaki kanunlar hüküm sürer tabiat kanunları değil.


Ahlak insanın ilerleme ve gerilemesinin sebebidir:


İşte bu iki yön insanda müşterek olarak çalışır. Ve genellikle insanın ilerlemesi ve gerilemesi maddi ve ahlaki güçlerin ikisine birden bağlıdır. Eğer başarıya ulaşmışsa bu iki güç ile olmuştur. Yok kaybetmiş ve gerilemişse bu iki gücün kaybedilmesiyle olmuştur. Yahut ta bu iki gücü başkalarına nisbetle zayıftır. Fakat sizler meseleyi iyice düşünür ve ölçerseniz hayatta başarıya götüren gerçek nüfuz edici gücün maddi değil ahlaki güç olduğunu göreceksiniz. Maddi esbabın elde edilmesi ve gerekli aletlerin istihdamı başarının şartlarından olduğunda şüphe yoktur. Çünkü insan bu alemde yaşadığı sürece bu alet ve edevattan ve şartlardan müstağni olamaz. Fakat bütün bunlarla beraber doğru olan şudur ki: insanı yücelten ve alçaltan, insanın saadeti ve şekaveti konusunda en büyük pay manevi kuvvetindir. İnsana, taşadığı beden ya da canlı olduğu için insan denilmediğini hepiniz bilirsiniz. İnsana diğer varlıklardan ayıran özellik bir bedeninin bulunması, nefes alıp vermesi, doğurması değildir. Aksine onu sair varlıklardan ayıran ve onlara üstün kılan özellik; insanı tabiattan ayrı bir varlık yapmakla yetinmeyip onu yeryüzünde halife yapan özelliği, sadece ahlaki ve manevi özelliğidir. Ahlak insanlığın özü ve işin başı olduğuna göre insan hayatının saadet ve şekavetinin ahlak ile olduğunu ikrar etmek, itiraf etmek lazımdır. İşte insanlığın ilerlemesi ve gerilemesine hükmeden kanunlar ahlaki kanunlardır.

Bu gerçeği kavradıktan sonra, ahlakı inceleyecek olursak onun da iki önemli kısma ayrıldığını görürüz: Temel insani ahlak ve islami ahlak.

Temel İnsani Ahlak:


Temel insani ahlaktan maksat insanın ahlaki varlığının esası olan sıfatlardır. Bu dünyada insanın kurtuluş ve başarısı için mutlaka bulunması lazım gelen diğer bütün ahlakları içine alır. İnsanın gayesi doğru da olsa yanlış da olsa başarının sırrı bu sıfatlara bağlıdır. Bu ahlakları taşıyan Allah, Peygamber, vahiy ve ahirete ister inansın, ister inanmasın eşittir. İster temiz bir ruha sahip olup iyi niyet ve salih amel ile yolla çıksın isterse çıkmasın. Çalışması temiz bir gaye için olsun isterse kirli emeller peşinde koşsun. Bu sıfatları taşıyan kimse tam olarak onları uygularsa dünyada başarıya erişmesi kaçınılmazdır. Çok geçmeden sabah aydınlığı gibi başarısı ortaya çıkar. Bu sıfatları taşımayanları geçer. Yahut bu sıfatlara kendisinden daha az sarılmış olanları gerilerde bırakır. Bu şahıs ister iman nuruyla nurlanmış olsun isterse olmasın. Hayatı temiz olsun veya kirli olsun farketmez. Çalışmasının neticesinde ister hayır ister şer murad etsin değişmez. İnsan hiç şüphe yok ki mü’min olsun kafir olsun, salih olsun fasık olsun aşağıdaki sıfatları taşımadıkça başarı elde etmesi mümkün değildir. Eğer bir şahısta, irade kuvveti, işin peşini bırakmamak, azim, atılım, sabır, sebat, temkin, zorluklara tahammül, gayret, cesaret, kahramanlık, faaliyet, şiddet, kuvvet, gayeye ulaşma şevki, gerçekleştirmek istediği şey uğrunda her şeyini fedaya hazır olmak, kararlılık, ihtiyat, işlerin sonunu görebilme, düzenli çalışma, görev duygusu, mesuliyet hissi, çeşitli durumlarda tavır alma gücü ve durumu uygun şekilde idare edebilme kabiliyeti varsa şartlara ve imkanlara göre iş çevirebilme yeteneği, his, arzu ve isteklerine sahip olabilme gibi vasıflara sahipse ve insanları cezbedip gönüllerini fethedebiliyor kendini onlara sevdirebiliyor ve onları ihtiyaç duyduğu anda istihdam edebiliyorsa, bu sıfatları haiz olan şahıs mü’min de olsa kafir de olsa, salih de olsa facir de olsa başarıya ergeç erecektir.

Ferdin başarılı olabilmesi için az da olsa insanlığı ayakta tutan ve insan olmanın gerekleri sayılan bu sıfatları taşımasının yanısıra insana vekar ve güven veren, cömertlik, şefkat, nezaket, ileriyi düşünme, doğruluk, emanet, kötü alışkanlıklardan uzak durmak, ahde vefa , vekar, itidal, temizlik, nefse hakimiyet ve zihin açıklığı gibi evsafı taşıması gerekir.

İşte bu sıfatları bir cemaat veya ümmet fertlerinin çoğu kendinde taşırsa artık insanlığın serveti onda demektir. Ve insanlığın ana malına sahip demektir. Çünkü hiç şüphe yokki faal ve güçlü bir cemaat kuvveti, bu servet kendiliğinden bir araya gelip büyük bir cemaat kuvveti oluşturması mümkün değildir. Bunun gerçekleşmesi de başta ahlaki sıfatların yardımıyla olacaktır. Mesela bütün fertlerin yahut çoğunluğun tek bir gaye üzerinde ittifak etmeleri ve bu gayenin onlara kendi şahsi menfaatlarından daha sevimli olmasının yanısıra bu gayeyi kendi şahıslarından, mallarından ve evlatlarından üstün tutmaları gerekir. Hayır üzerine birbirleriyle yardımlaşmalı ve iyilikte birbirlerine destek olmalıdırlar. En azından toplu ve düzenli bir hareket için gerekli olan fedakarlığı göstermeleri şarttır. Sonra aldatıcı ve sadık olan lideri birbirinden ayırdetmeleri icab eder. Liderliklerini ve idarelerini ona layık olmayan şahıslara vermezler. Liderlerin ve idarecilerin ihlas ve iyi idare etme sıfatlarının yanısıra bir liderde bulunması lazım gelen sıfatları da taşıması gerekir. Cemaat veya ümmet idarecilerine itaatın ne demek olduğunu bilip ve onlara güvenip fikri, bedeni ve maddi bütün imkanlarını onların tasarrufuna vermeyi bekler hale gelmelidir. Aralarında cemaatlarına zarar verecek hiçbir şeye müsade etmeyecek faal ve canlı bir kamuoyu oluşmalıdır.

Eğer önünde doğru ve nezih bir gaye varsa senin, güvelerin yediği ağaçtan değil demirden silaha ihtiyacın vardır. Hafif bir vuruşa tahammülü olmayan silaha değil her şeye dayanan bir silaha muhtaçsın... İşte Peygamberimiz (s.a.v.) de “Cahiliyye döneminde de olsa eğer onda bir kıymetli cevher varsa müslüman olunca aynı cevher İslam’ın da hayırlılarıdır.” hadisinde bunları kasdetmiştir. Yani cahiliye döneminde de olsa eğer onda bir kıymetli cevher varsa müslüman olunca aynı cevher İslam’ın malı olacak ve İslamı anladığı takdirde o cevher kıymetini kaybetmeyecektir. Gerçekten de öyle olmamış mıdır?Müslüman olmadan birer cevher olanlar müslüman olduktan sonra büyük faydaları olmuş ve bu dinin bütün emirlerine kendilerinin ehil olduğunu isbat etmişlerdir. Aradaki fark kabiliyet ve kuvvetlerini masıyet ve şer yolunda kullanmalarıydı. İslam geldi o kabiliyet ve kuvveti hayra sevketti. Elhasıl toplumun dışladığı ve sürüklediği şahıslardan cahiliyede de İslam’da da bir fayda beklenmezdi. Peygamber (s.a.v.) in kısa sürede elde ettiği büyük zafer ve geniş futuhatın tek sebebi vardı o da; bu davayı üstlenmeye ehil insanları ve beşeri gücü Arap Yarımadasında bulmuş olmasıdır. Gördün mü?Rasulullah (s.a.v.) in ashabı gayretsiz, iradesiz, kendilerine güvenilmeyen ve itimat edilmeyen kimseler olsalardı hiç bu derece büyük zafer elde edilir miydi?


İslami Ahlak:


Şimdi ahlakın ikinci kısmını ele alalım. Bunu İslami Ahlak tabiriyle ifade ediyorum. Ahlakın bu kısmı temel insani ahlaktan ayrıbir şey değildir. Aksine temel insani ahlakı tamamlayıcı ve kemale erdirici mahiyettedir. İslam’ın getirdiği ilk şey insani ahlakıdoğru bir temele orturtmaktır. İnsani ahlakı bu doğru temele oturtunca, onu bütünüyle güzelliğe ve kemale ermiş bir ahlak haline getirir. İnsani ahlak mücerret haliyle ilk şekliyle hem hayır hem de şerde kullanılabilen bir güçtür. Keskin bir kılıç gibi. Bu keskin kılıç bir zalimin veya hırsızın elinde olduğu zaman zulum ve haksızlık için bir alettir. Bir mücahidin elinde olursa hakkave hayra hizmet eden bir alet olur. Bu yüzden insani ahlak bir ferd veya cemaatta mevcut ise o cemaatın sırf bu ahlakı taşıdığı için iyi ve düzgün olduğuna hükmedilemez. İyive doğru olabilmesi doğru yolda kullanılmış olmasına bağlıdır. Bunun için de İslam bu temel ahlakı hak ve hayır yoluna yönlendirmeyi kasteder. Tevhid çağrısının gereklerinden birisi de insanın sarfettiği bunca gayretlerin arkasında Rab Teala’nın rızasından başka bir şey gözetmemesidir. Düşünce ufkunu ve çalışma çapını Allah’ın tayin ettiği ölçülere uydurmasıdır. Bu temel ıslahın kaçınılmaz sonuçlarından birisi biraz önce zikredilen insani ahlakın tamamının doğru yola yönelmesidir. Ve bu ahlakın varlığıyla sadece ortaya çıkan güçlerin mübah yollarla sadece Hakkın kelimesini yüceltmek için kullanılmasıdır. Kendi nefsi, ailesi, milleti ve vatanı gibi caiz olan ve olmayan yollarda kullanmayıp sadece ilayı kelimetullah için kullanmasıdır. İşte böyle yapmak ahlakı mücerret bir kuvvet olmaktan çıkartıp onu kapsamlı bir hayır ve alemlere rahmet haline getirmektir.

Ahlak konusunda İslam’ın kastettiği ikinci husus bir taraftan temel insani ahlakı yerleştirip erkanını pekiştirmek bir taraftan da büyük oranda bu ahlakı insani hayat görünümlerine tatbik ederek genişletmektir. Bunun için sabrı misal olarak ele alalım; bir adam ne kadar sabırlı olursa olsun eğer sabrı şirke ve madeye tapmaya dayalı fikri köklerlebesleniyor ve bazı acil gayeler için ise, mutlaka belli bir noktada tahammülü kalmayacak ve sabrı tükenecektir. Ama eğer sabır gücünü tevhid inancından yani Allah rızasından başka gaye edinmeye bir düşünceden alırsa hırsız elinin ulaşamayacağı bir gizli hazine olur. Bu dünyada bulunması mümkün olan musibet ve belaların hiçbirinin karşısında duramayacağı büyük bir ordu olur. Sabır, müslüman olmayanlar için çok dar çerçevelidir. Müslüman olmayanı, savaşa dalmış, bomba, makinalı ateşiyle yapılan hücumlara karşı yüce dağlar gibi mukavemet edip karşı koyarken, öteyandan hafif bir sarsıntı önünde duygularına ve arzularına hakim olamayıp teslim olurken görürsün. Ama İslam öyle değildir. İnsan hayatının bütün yönlerine tatbik ederek genişletir. Sadece sayılı bazı tehlike ve musibetler karşısında aşılmaz bir duvar yapmak yetinmez. İnsanı doğru yoldan ayırmak isteyen her türlü tehlike, musibet, vesvese ve arzuların karşısında aşılmaz bir kale haline getirir.Gerçek şu kiİslam mü’minin hayatını sabır ve tahammül ile yoğurur. İslam’ın temel ilkeleri, fikir ve amel açısından mü’minlerin hayatı boyunca tehlike, musibet ve belaların her türlüsüne göğüs gererek doğru bir tarzda yaşamasını sağlar tahammül gücüyle yoğurur. Bu dünyada faydalı sonuca ulaşacağına dair bir kıvılcım kadar ümit görünmese de bu hal üzere yaşar. Hiçbir durum karşısında ne düşüncesinde ne de amelinde eğri yollara sapmayı ihtiyar etmez. Tatlı hayaller ve büyük menfaatlar yüzüne gülmüş olsa da yine hak yolda sebat eder. Şerden bu şekilde uzak durarak sabrının karşılığını ahirette alacağı inancıyla hayatı boyunca hayır yolunda yılmadan devam eder. Diğer temel ahlakları buna kıyaslayabilirsin. Hepsi sağlam ve sahih bir temelden yoksun olduğu için kafirlerin hayatında çok zayıf ve sınırlı olduğunu görürsün. Halbuki İslam bu ahlak türlerinin hepsini sağlam ve sahih temellere oturtuyor ve nüfuz dairesini genişleterek ele alıyor.

İslamın yerine getirdiği üçüncü husus temel ahlaka; binanın ilk katı olarak bakmasıdır. Bu birinci kata üstün ahlakı bina ederek onu güzelleştirir ve sağlamlaştırır. Böylece insanın şeref ve kemal derecelerinin en üstünde yüselmesini sağlar. İnsanın kalbini kibir, zulüm, kötülük, ahlaksızlık, vurdumduymazlığın kirlerinden temizler. Kalbine takva ve Allah’tan korkmak vera, hakka tabi olmak tohumlarını atar. Duygularını temizler ve kendine hakim olma ahlakını kazandırır. Böylece onu cömert. sevimli, şefkatli, nasih, emin, muhlis, adil ve her hususta sadık yapar. İnsanı terbiye ederek temiz bir hayat sürdürmesini sağlar. Ona hayırdan başka bir şey beklenmeyen bir ahlak kazandırır. İslam, insanı kendi şahsında salih bir kul yapmakla yetinmez. Onun feevkinde insanı “hayır anahtarı, şerrin engeli” haline getirir. Yani İslam yeryüzünde hayrın yayılmasını ve şerrin kaldırımasını insana terkeder. Bu ahlak, güzel hayat, cezbetme ve üstün kullanma gücünü herhangi bir cemaat kendinde uygulasa ve İslam’ın kendisine yüklediği görevi yerine getirmek için çalışsa dünya güçlerinden hiçbirisi ona mukavemet etmeye ve karşı çıkmaya güç yetiremez.


İmamlık konusunda Allah’ın koyduğu kanun:


İmamet konusunda Allah (c.c.) ezelde bir kanun koymuştur. Hala geçerli olan bu kanun dünya durdukça ve insanlık sürdükçe devam edecek ve geçerliliğini koruyacaktır. İşte şimdi kısaca bu kanunu açıklamak istiyorum:

Temel insani ve İslami ahlakı ile muttasıf, örgütlenmiş bütün maddi araçları istihdam eden bir toplum bulunmazsa dünyada idareyi mutlaka temel insani ahlaka en fazla bağlı olan ve maddi araçları kullananlar ele geçirecektir. İşte bu nizam Cenab-ı Hakkın iradesiyle bu şekilde devam edecektir. Alemin idaresini ve işlerin yürütülmesini çağdaş toplumlardan en güçlüsüne ve en ehliyetlisine verecektir.

Ama yeryüzünde islami ve insani ahlakıyla bütün topluluklardan üstün olan ve her türlü maddi imkanı gerektiği gibi kullanan örgütlenmiş bir topluluk bulunursa yeryüzünün hakimiyetini bu topluluğun karşısında başkasının ele geçirmesi imkansızdır. Çünkü bu, Allah’ın koyduğu kanuna aykırıdır. Kainatın fıtratına uygun değildir. Allah’ın kitabında yaptığı vaadlere aykırı düşer. Allah yeryüzünde fesadı sevmez. Yeryüzünü zulüm ve kötülüklerle dolduranların idare etmesinden daha büyük fesad da olmaz. Yeryüzünü idare etmeye elverişli ve Allah’ın rızasına uygun olarak idare edecek bir cemaat varken zalimlerin elinde bulunması fesadın ta kendisidir. Bilinmesi ve unutulmaması gerekir ki yeryüzüne hükmetmedeki ilahi kanun salih bir kul veya bir kaç salih müslüman bulunmasıyla asla değişmez. Bu fertler veli ve hatta peygamber de olsalar, sadece böyle birkaç kişinin bulunmasıyla Allah’ın kanunu değişmez.

Cenab-ı Hakkın vaadi, parçalanmış dağınık fertlere değildir. Allah sadece düzenli idare ve nizamı mükemmel olan kendisinin orta ümmet olduğunu veya en hayırlı ümmet olduğunu isbat eden cemaata vaadde bulunmuştur. Dağınık parçalanmış fertlere değil.

Yine bu hususta daima bilmeniz gereken bir şey var ki o da; imamet nizamında böyle bir topluluğun bulunmasıyla herhangi bir değişiklik ve inkılap asla olmayacaktır. Yani böyle bir topluluk bulunsa da gökten meleklerin inip fasıkları idareden uzaklaştıracağını ve onları idareye getireceklerini düşünüyorlara bu tamamen yanlıştır. Böyle bir cemaat ortaya çıkarsa yapacakları tek şey; küfür ve fasık güçlerine karşı her adımda ve her sahada mücadeleye devam edip imamete ehil olduklarını fedakarlık ve çalışmalarıyla isbat etmeleri gerekir. Bu, peygamerlerin dahi müstesna tutulmadıkları bir şarttır. Nasıl olur da bugün birisi kendisinin bu şart dışında kalmasını temenni edebilir.






Temel insani ahlakın gücü ile İslami ahlak’ın

gücü arasındaki fark:


Kur’an-ı Kerim ve tarih üzerindeki araştırmalarım beni maddi ve ahlaki güçler arasında Allah’ın değişmez sürekli ve dengeli kanunlarının bulunduğu gerçeğine götürdü. Ahlaki kuvvet tamamıyla temel insani ahlaka dayanmaktaysa da, maddi imkanların da büyük ehemmiyeti vardır. Hatta yeryüzünde maddi imkanları bulunan bir toplumun ahlaki kuvveti az da olsa hüküm sürmesi mümkündür. Öteyandan ahlaki kuvveti üstün olup maddi imkanları olmayan topluluklar da maddi imkansızlık yüzünden mağlup olurlar. Ama ahlaki kuvvet temel ve İslami ahlak silahlarıyla donanmış olursa işte o zaman ahlak maddi imkanlarının azlığına galebe çalıp sadece temel ahlaka ve maddi imkanlara dayanarak ortaya çıkmış güçleri mağlup eder.

Bu gerçeği şu oranlama ile daha iyi anlayacaksın. Temel ahlak maddi imkanlara 100 oranında muhtaç ise, temel ahlak ile İslami ahlak bir araya gelince maddi imkana 25 oranında dahi ihtiyaç kalmaz. Geriye kalan 75 derecelik maddi kuvveti, İslam ahlakı tabiatında gizli olan faktörlerle tamamlayacaktır. Hatta Peygamber devrinin tecrübelerinden öğrendiğimize göre, eğer İslami ahlak Peygamber (s.a.v.) ve ashabının (r.a.) ahlakı gibi olsa yüzde beşlik bir maddi güç yüzde yüzlük bir maddi güce denk olur. İşte bu hakikata Kur’an-ı Kerim şu ayetle işaret etmektedir:

“Eğer içinizden sabırlı yirmi kişi çıkarsa, iki yüz kişiye galip gelir.” (Enfal: 8/65)

Şu söylediklerimi sadece Rasulullah(s.a.v.) ve ashabı hakkındaki itikadımızdan dolayı söylemiyorum. Mucize ve keramet kabilinden şeyler naklettiğimi zannetmeyiniz diye sadece ona olan itikadımızdan değil bilakis söylediklerimiz bu amelde var olan yaratılıştan kaynaklanan ve sebep-sonuç kanununa uygun gerçeklerdir. Bu gerçeğin sebebi bulunduğu zaman sonucunun gerçekleşmesi mümkündür. Konuya iyice girmeden İslami ahlakın nasıl yüzde yetmişbeş hatta yüzde doksanbeşlik bir maddi gücün yerine kaim olduğunu anlatmak istiyorum.

Aslında şu aleme dikkatle göz gezdirmeniz bu gerçeği anlamanıza yetecektir. Altı sene önce alevlenen fesat yangını, sonunda Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlandı. Harp değirmeni Japonları da yakında öğütecek ve onlar da yenileceklerdir. (Bu konferans II. Dünya Harbi sonlarına doğru verilmiştir.)

Şurasında şüphe yok ki her iki tarafta temel insani ahlak açısından hemen hemen eşit sayılırlar. Hatta Almanya ve Japonya’nın temel ahlak kuvveti açısından müttefiklerden üstün olduğunu bazı haller göstermektedir. Aynı şekilde tabii ilimleri ve bu ilimleri istihdamları açısından iki tarafı kıyasladığımızda her iki tarafın da birbirine denk ve rekabet halinde olduğunu görürüz. Hatta bu konuda Japonya değilse de Almanya’nın diğer büyük devletlerle at başı yarış ettiğini kimse inkar edemez. Ancak bir tarafı ötekine üstün kılan tek şey vardı. O da maddi imkanların uygun ve yerinde olmasıdır. Kazanan taraf, cephane, levazım ve maddi imkanlarının karşısındakine nisbetle kat kat fazla olmasından kazanmıştır. Buna hısmının elinde bulunmayan coğrafi konumunu da ekleyebilirsiniz. Bugün sayısı ve maddi imkanları az olan bir milletin sayısı ve maddi imkanları çok olan bir millet karşısında zafer elde etmesi beklenemez. Temel insani ahlaka bağlılığı ve tabii ilimleri istihdamı açısından düşmanını geçmiş dahi olsa sayısı ve maddi imkanları az olduğu için başarı elde etmesi düşünülemez. Çünkü kalkınmasını temel insani ahlak ve ilmi kuralara dayandıran her millet şu iki sonuçtan birine mahkumdur:Ya dünyayı kendine boyun eğdirmeye göz dikerek ırkçılık taassubu içinde boğulur ya da bazı evrensel ilkelerin bayrağını taşıyarak dünya miletlerini ona davet eder.

Birinci şıkkın gayesine ulaşması için dünya milletlerinin hepsinden daha kuvvetli maddi imkanları daha çok ve daha şanslı olması gerekir. Diğer dünya milletleri bu şeklilde ortaya çıkan bir millet karşısında sömürülmemek için mukavemet göstermek, bu tamahkar gücün karşısına çıkmak ve ona ateş püskürmek zorunda kalacaktır.

İkinci şıkka gelince; milletler bazı düşünce ve görüşleri kabul ederek, o devletin maddi çağrısına teslim olabilirler. Bu mümkündür. Fakat unutulmaması gerekir ki; kalbler mücerret tatlı ilkeler ve ballandırılmış kurallara pek meyletmez. Kalbleri etkilemek isteyenlerin samimi olduklarını, doğruluk, emanet, temizlik, sevgi, cömertlik, şefkat, şeref ve adalet duygularıyla beslendiklerini ispat etmeleri gerekir, Yine bu üstün ahlaklarının aşağılık gayelerden uzak olduğunu, savaşta ve barışta, zaferde ve yenilgide, dostluk ve düşmanlık anında ve her türlü olağanüstü hallerde kendilerinin kötü emellerden uzak olduklarını isbat etmeleri gerekir. Bu sebepten de bugün her milletin kalkınmasını temel insani ahlak kurallarına ve mücerret maddi kuvvete dayandırdığını görmektesiniz. Bunların çalışma ve çabaları eninde sonunda tamamıyla bazı kişisel veya toplumsal yahut da sırf kavmiyetçi hedefler gayeler gözettikleri ortaya çıkar. Irkçı planını açıklasın veya bazı evrensel çağrılar perdesi arkasında asıl niyetini gizlesin sonuç değişmez. Bugün İngiltere, Amerika ve Rusya’nın dış politikasını görmektesiniz. Bu kabil mücadelelerde görünen odur ki her millet, diğer milletin karşısına dikiliyor ve emellerini gerçekleştirmesine engel olmaya çalışıyor. Bu uğurda her türlü maddi ve manevi gücünü kullanıyor ve düşmanın kendi topraklarında gelişme sağlayacak bir yol açmasına asla izin vermiyor. Ancak düşmanın maddi gücüyle onu mağlup edip ezmesi hali müstesnadır.

Şimdi kabul edin ki bir topluluk var. Başlangıçta bu topluluk milletlerden birinin içinden çıksın. Ama bir cemaat yahut parti görünümüyle ortaya çıkmış olsun. Bu cemaat veya parti şahsi ve sınıf menfaatlerinden arınmış olsun. Kavmiyetçi bir görüş taşımasın. Yaptığı bütün çalışma ve sarfettiği bütün çabaları doğruluğuna inanmış olduğu bazı ilkeler usul ve esaslar muvacehesinde bu dünyada insani bir hayat nizamı kurmayı istemiş olsun. İnsanlığın saadet ve kurtuluşunu sadece bu yola tabi olmakta görsünler. Aynı zamanda bu topluluğun içinden çıktığı toplum kendilerinden bazı fark ve imtiyaz veya sınıf, bölge ve nesil gibi bazı üstünlük iddia edecekleri hususların bulunmadığında şüphe etmemiş olsunlar. Böyle bir topluluğa bütün insanlar eşit hak ve şartlarla girmeleri mümkün olsun. Ve her ferdin şartlarını taşıdığı takdirde liderliğe kadar yükselme hakkı olsun. Bunun için onun ırkı, nesli ve bölgesi engel teşkil etmesin. Hatta bu ilkelere inanmış olan mağlup birisi, ülkesini fetheden şahıs da liyakat görünce onu liderliğe getirsin ve onun liderliğine razı olsun. Bütün çalışma ve gayretlerinin ürünlerini bu layık kimseye teslim etsin, emirlerini dinlesin. Böyle bir topluluk çıksa ve insanları kendisine davet etse bu ilkelerin yayılmasından rahatsız olanlar elbette bu topluluğun karşısına çıkacak ve ilerlemesine engeller, manialar koyacaktır. İşte o vakit iki güç arasında mücadele başlar. Bu mücadele şiddetlendikçe bu topluluk sabır gösterip düşmanın karşısında şerefli bir ahlak numunesi sergilese sülukuyla fiili çalışmasıyla çabalarının arkasından sadece bütün insanları saadete götürmeyi istediklerini isbat eder.

Bu topluluk düşmanlarının şahısları ve kavmiyetlerine karşı savaş vermez onların sapıklıklarına ve yanlış programlarına karşı savaş verirler. Terkettiklerinde kardeş olabilecekleri yanlış programlarına karşı düşmanlık yaparlar. Savaştıkları kimselerin mallarına ve servetlerine tama etmezler. Ticaret ve sanatlarına el koymak istemezler. Sadece onların hidayete erişmeleri için itina gösterirler. Onları kurtaracak olan ruhi ve ahlaki saadetleri için çalışırlar. Yalan, hile ve kötülük ile muamele etmezler. Kötülüklere iyilikle karşılık verirler. Alçakça komplolara şereflice tedbir ile cevap verirler. İntikam hissi onları tecavüz ve zulme sevketmez. En tehlikeli durumlarda dahi inandığı ilkelerden asla taviz vermezler. Her halukarda doğruluk, ahde vefa, iyi muamele ve adaletten vaz geçmezler. Emanet ve nezahet vasıflarını taşıyarak kendilerini isbat ederler.

Harp meydanındaki iki taraf saf tuttuğunda yüzyüze geldiğinde: Caniler, içki tiryakileri, kumarcılar, kaba ve anlayışsız düşman askerleri bir tarafta, temiz, mütteki, abid, salih ve bu topluluğun şefkatli mücahitleri bir tarafta olmak üzere savaş için yüzyüze geldiklerinde bu temiz kişilerin insanlıkları ve üstünlükleri bariz şekilde ortaya çıkar. Düşman tarafından ellerine esir veya yaralı olarak düşenler onlardan gördükleri iyilik, şeref, yücelik ve temiz ahlakları habis ruhlarını etkiler ve yavaş yavaş küfür ve dalalet kirlerinden arınmaya başlarlar. Bu topluluk fertleri düşman eline esir düşseler onların insani cevherleri karanlık düşman toplumunda daha bariz şekilde müşahede edilir. Bu topluluğun bir toprağı ele geçirmesi yazılmışsa, o toprak üzerinde yaşayanlara intikam duygusuyla değil merhamet ve af hissiyle muamele ederler. Zulüm ve düşmanlık yerine şefkat ve insaf ile muamele ederler. Kalabalık yerine sevgi, kibir yerine yumuşak huyluluk, küfür yerine dua, asılsız ilkelere çağrı yerine hakka davet, ederek muamelede bulunurlar. Halk onların bu muamelerinde mal ve kadın istemediklerini emin kimseler olduklarını kendi sanatlarını ellerinden almaya çalışmadıklarını, iktisadi kaynaklarını kurutmak istemediklerini, kendilerini hakir görmediklerini ve hakaret etmediklerini kendilerine fena muamelede bulunmadıklarını bilakis idareleri altına giren toprak ahalisinden hiçbirinin hakkının çiğnenmemesine hiç kimsenin malına zarar verilmemesine vehaklarından mahrum edilmemelerine itina gösterdiklerini ahali arasında herhangi bir rezilliğe meydan vermeye, herhangi bir şekilde kimsenin hakkının çiğnenmemesine gayret ettiklerini görünce onlara olan bakışları elbette değişecektir. Düşman olan tarafın girdiği her yerde ahalinin şikayetleri yükselip haksızlık ve tecavüzler artarken bu topluluğun şu hareketleri elbette müsbet etki bırakacaktır. Böyle bir harp ile kavmiyet için yapılan harpler arasındaki büyük farkıgörebilirsin. Elbette üstün insanlık bu kabil harplerde maddi imkanları az da olsa, düşmanın kahredici, yıkıcı, öldürücü silahları karşısında zafer elde edecektir. Elbette üstün ahlak top ve bombayı mağlup edecektir. Savaşın en şiddetli anında dahi düşmanlar dost olmaya başlayacak ve maddi yenilgiden önce düşmanın kalblerini yenilgiye uğratacaktır. Cesedlerden önce ruhlar fethedilecektir. Bu topluluk kısa zamanda bölgeleri peşpeşe savaşmaksızın feth edecektir. İşte bu topluluk ciddi olarak görevini yapmak için azda olsa çok geçmeden bütün eksiklerini tamamlayacaklardır. Asker, kumandan, subay ve her türlü ihtiyaçları yavaş yavaş tamamlanacaktır. Aynı şekilde silah, cephane ve harp aletlerini düşman karargahlarından temin edeceklerdir.

Ben bunları mücerret tahmin üzerine söylemiyorum. Peygamber ve Hulafa-i Raşidin devrine bir göz attığınızda bunun gerçekten vaki olduğunu ve tarihin buna şahit olduğunu göreceksiniz. Bunun bugün de tahakkuk etmesi mümkündür. Bir şartla: o da; bu tecrübelerle yoğrulmuş cesaret gayret ve yeterli güce sahip adamlar bulunsun.

Zannediyorum buraya kadar anlatılanlardan kuvvetin asıl kaynağının ahlaki kuvvet olduğunu anlamışsınızdır. Bugün yeryüzünde temel insani ahlak ile İslami ahlakı birarada taşıyan bir topluluk bulunsa yeryüzüne o topluluktan başkasının hükmetmesi imkansızdır. Ve öyle zannediyorum ki bugün müslümanların niçin gerilediğini de anlamışsındır. Şurası da apaçık ortadadır ki hiçbir kavim ya da millet, maddi imkanları ve gerekli araçları istihdam etmedikçe, temel insani ahlak ile süslenmedikçe ve İslami cemaat ahlakı ile muttasıf bulunmadıkça yeryüzünün liderliğini ve idaresini ele geçiremez. Allah’ın değişmez kanunlarının muktezasınca kafirler İslami ahlaktan uzak dahi olsalar temel insani ahlaka sahip oldukları ve yeryüzünün idaresini üstlenmek için maddi imkanları kulanma hususunda daha becerikli olduklarını isbat etmiş ve hala etmektedirler. Eğer müslümanlar bundan rahatsız oluyor ve sıkılıyorlarsaAllah’ın kanununu değil kendilerini kınasınlar. Bunun neticesi olarak da kendilerini dünyanın idaresinden uzaklaştıran eksikliklerini tamamlamaya çalışmalıdırlar. Müslümanları, başkalarının uşağı haline getiren ve gerileten sebepleri gidermeye uğraşmalıdırlar.






























İSLAMİ AHLAKIN DÖRT MERTEBESİ


İslami ahlak diye tarif ettiğimiz ahlak Kur’an ve Sünnet gereği; imanİslam, takva ve ihsan olmak üzere dört mertebeyi kapsar. Bunların dördü de yaratılış icabı birbirini takip eder. Bir sonraki bir öncekinden kaynaklanır ve sadece onun üzerine bina edilir. Birinci tabaka sağlam olmayınca, temel sağlam olmayınca, üzerine ikinci katın, tabakanın bina edilmesi tehlikeden beri değildir. Bunun için iman tabakası üzerine ikinci kat olan İslam tabakası onun üzerine takva onun da üzerine ihsan tabakası yapılarak bina sağlamlaştırılır. Bugün görünen manzara binanın temeli olan iman ile birlikte takva ve ihsanın bulunmamasıdır. Böyle olunca da iman olmadan ne İslam’ın ne de takva ve ihsanın bulunması mümkün değildir. Aynı şekilde iman zayıf ise binanın temeli olan bu unsur sallantıda ise bunun üzerine hiçbir bina inşa edilemez. İmkansızdır. Böyle çürük bir temele bina yapılsa bu da zayıf ve direkleri sallanan yıkılmaya hazır bir bina olmaktan öteye geçemez. Aynı şekilde eğer iman zayıf ise, mahdud ise İslam, takva ve ihsanın da topluca zayıf ve mahdut alması muhakkaktır. Madem ki iman sahih değil sağlam değil, yerleşip oturmamış birazcık dini anlamış kimse, bu imanın üzerine İslam’ı veya takvayı yahut da ihsanı bina etmenin tehlikesini görecektir. İslamdan önce imanı sağlamlaştırmak gerektiği gibi takvadan önce İslam’ı sağlamlaştırmak gerekir. İhsandan önce takvayı yerleştirmek şarttır. Fakat bugün insanları çoğu kez yaratılıştan konmuş olan bu sıralamayı unutmuş görmekteyiz. İman ve İslam köşkünü sağlamlaştırmadan temelleri atmadan takva ve ihsan peşinde koştuklarını ve asıl temele hiç ehemmiyet vermediklerini görmekteyiz. Bundan da kötüsü ve üzücü olanı iman ve İslam hakkında yanlış bazı düşüncelere kapılmış olmalarıdır. Giyimlerini, kuşamlarını, yemelerini, içmelerini, oturup kalkmalarını ve buna benzer zahiri bazı amellerini, bazı muayyen kalıplara döktüklerinde, takvalarının tamamlanacağını zannetmektedirler. Takvanın en üst mertebesine kavuşacaklarını vehmetmektedirler. Veya bazı nafileleri, zikirleri, virdleri ve benzeri müstehab amelleri işlemek suretiyle ihsanın en üst mertebesine ulaşacaklarını zannetmektedirler. Fakat takva ve ihsan sahibi olan bu zevatın hayatlarına baktığınız zaman, bunların henüz iman köşkünün temelini sağlam atmadıklarını, iman binasını muhkem yapmadıklarını gösteren emareleri görürsünüz. Bu gibi hatalar bulunduğu sürece İslami ahlakın unsurlarını tamamlamada başarıya ulaşmamız asla mümkün olamaz. Öyleyse bu dört mertebeyi tam olarak kavramamız lazımdır. Bu dört mertebenin düşünce yapısını kemale erdirmemiz kaçınılmazdır:İman,İslam, Takva ve ihsan. Bu dört mertebenin yaratılıştan kaynaklanan sırasını çok iyi kavramamız zaruridir
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
İSLAMİ HAREKETİN AHLAKİ ESASLARI
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» SUFİLERİN AHLAKI
» Hadislerle Hz. Peygamber'in Ahlaki

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
MeDinE~Fm Forum :: İSLAMİ BİLGİLER :: İSLAM NASIL HAYATA HAKİM OLUR ?-
Buraya geçin: