MeDinE~Fm Forum
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

MeDinE~Fm Forum

İslami MeDinE~Fm Forum Radyomuzu dinlemek için...( http://www.vahdetfm.com/radyo.htm )....adresine girebilirsiniz...
 
MedinefmAnasayfaGaleriLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 Yegane Dünya Nizamı İslam

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
KIYAM

KIYAM


Mesaj Sayısı : 25
Kayıt tarihi : 30/09/09

Yegane Dünya Nizamı İslam Empty
MesajKonu: Yegane Dünya Nizamı İslam   Yegane Dünya Nizamı İslam Icon_minitimeÇarş. Eyl. 30, 2009 10:40 am

Yegane Dünya Nizamı İslam

Seyyid Kutub


NUR YAYINLARI




TAKDİM
İslâm, her cephesiyle Cihanşümul bir din'dir!.. İtikatta... İbadette... Adalette... Sosyal olaylarda... Müsamahada... Hoşgö rürlükte... Muamelede... Hülâsa; dünya ve âhirete taallûk eden bütün hususlarda en mükemmel din'dir!..
İşte bu mükemmel din'in yetiştirdiği mükemmel İslâm camiasını ve İslâm cami asının zimmîlere ve gayr-i müslimlere kar şı davranışını en güzel şekilde ifade eden o büyük insan Prof. Dr. Seyyid KUTUB'un bu küçük eserini, metne en yakın bir ifade ile dilimize çevirmeye çalıştım. Eğer bunu başarabildi isem; kendimi bahtiyar adde derim.
Mustafa VARLI



TAKRİZ
Evvelki sene Abdul-Hamîd ' Cud-es-Sahhar'ın «Kısas-Üs-Sîre» sini «Peygamberimiz Efendimiz» is mi altında tercüme ettiği sekiz fasiküllük eserden sonra bu yıl Mennâ' El-Kattan-ın «İslâmiyette Mülki yet Nizamı»nı temiz bir Türkçeye çevirmiş olan Ens titümüz talebelerinden Mustafa VARLı’nın bu defa üçüncü - hatta araya Hz. Ali'den öğütler tercümesini katarsak - dördüncü bir tercüme eseriyle karşılaşıyo ruz : YEGANE DÜNYA NİZAMI İSLÂM El-Ezher Üniversitesinin Profesörlerinden Dr. Seyyid Kutub'un bir çok dillere tercüme edilmiş eserlerinden biridir. Kuvvetli bir anlayış, sağlam bir üslûbun, bilhassa eserin ruhuna nüfuz etmek suretiyle yapılan bu ter cümede, metne denk ifade tarzı bulacağı tabiî idi. Bu dördüncü eser, diğer eserlerde olduğu gibi, İslâm Dî ninin Cihanşümul hususiyetini ve bu hususiyetteki azameti en küçük bir itiraza mahal bırakmıyacak şe kilde ispat etmektedir.
İslâmî mevzular, bu mevzua liyakat kazanmış ka lemlerde mutlaka, güneşin ziyasını aksettiren damla lar gibi tek hakikatin i'cazkâr kudretini hâizdir. Bu itibarla mütercimi tebrik ederken bu meslekî faali yetinden, ileride çok kıymetli başarılar, telifler bek lediğimizi de söylemeyi bir vazife bilirim.
Seyyid Kutub'un hüviyetinden ve eserlerinden bahseden birkaç makale okumuştum. Edindiğim bir
intibaı, bir tehassüs halinde buraya bu münasebetle aktarmayı ve dolayısiyle bu duygularımın firizma-smdan, insan ruhundan ve şuurunun altında ne ka dar kapanmış bile olsa için için yanan hakikat sev gisine :
Ben kim olam seni sevem ya yoluna can verem
Sevenleri göreceğiz ben de bir boyun eğici!.. edası içinde bir selâm yollamayı düşündüm :
Bu ömür kervanında bu cihan köprüsünden ge çen milyarlarca insan... «Nasıl yaşarsanız öyle ölürsü nüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz» beyanı muci bince, var olmanın mesuliyetini üzerine almış ZALÛM ve CEHÛL beşer kafilesi... Kimi bu mesuliyet ferma nından haberli, kimi aklından bu mevzuun gölgesi bile geçmemiş... İçlerinde!... Kimdir bunlar ki, yüz leri aydın, pırıl pırıl... Kimdir bunlar?.. Bu niçin ve nerden geldiklerini bildiklerini bildikleri için öyle yaşamış ve öylece ölmesini bilmiş bahtiyarlar... Va zife ve şeref uğrunda çektikleri ezanın zevkiyle ne de sevinçli bunlar... Ve karılıdırlar. Ne de iyi olmuş da bu ezaları çekmişler. Dünkü nîranın yarınki gülzârı-na yürüyen erler!.. Siz ey bahtiyarlar kafilesi!.. Hak lısınız sevincinizle..
Seyyid Kutub'un bir resmini görmüştüm : Mah zun ve önüne bakıyor. Seyyid Kutub, şehid Kutub... Bugün bütün müslüman gönüllerde saltanat süren Kutubun dünkü mahzun çehresi... Bu hüzün, bir mâ nâdır. İyice bakın O'na...
Hassas ve dindar şâir Ali Ulvî Kurucu'nun, Pa kistan'ın kurtarıcısı büyük şair İkbal için yazdığı bir şiirin mânâsı, bu mahzun yüzde mısra mısra dalga lanmakta... Hep beraber mısraları okuyalım :
Fedaîler yürür irkilmeden yüz vermeden ye'se, Yanar dağlar homurdansın, zemin devrilsin isterse... Ne canlar var şehid olmuş o çöllerden tutun hatta, Mohaçlar, Hind-i Çînler, Endülüsler tâ Okyanuslarda.. Derin şekvanı şayet duymasaydım şâir olmazdım, Yanarken İlişlerim kalbimde, coştum, ağladım yazdım. Diller ruhum büyük nâmın anılsın sermediyyette, İçin Tesnîm ve Kevserden, bizim Akif'le Cennette... İslâm Tarihi'nin büyükleri, dîn, vatan, ilim ve îman kahramanları!.. Nasıl yaşamışsa öyle ölmek şe refine ulaşanları!.. Onları sevmek, duygulanmak bu îman bayrağının, bu Livâül-Hamdin altında yürüyen lerin kârıdır... Ve her bir göz damlası binlerce fânî zevkin kurban olduğu «Zâr» ıdır... Evet, niçin gel diklerini ve nereye gittiklerini bilenler, hulûsa eren ler, nefis muhasebesini verenler ve imtihanı kazanan lar!.. Bunlar arasında nice bînişanlar da var... Hele onlar belki daha çok.. Fakat ne gâm. Her biri bînişan-lık toprağında Tûbâ dallarını ebedî saadete doğru remalandırmakta...
Gelin, semâya açılan çıplak avuçlarımızı, dualar dan sonra olduğu gibi, yüzlerimize sürelim.
Celâlettin Emrera Konya Yüksek İslâm Enstitüsü Edebiyat Öğretmeni


SEYYİD KUTUB KİMDİR?
Seyyid Kutub, Mısır'da doğmuş, muhtelif okul ve fakültelerde tahsilini tamamladıktan sonra El-Ezher Üniversitesinin Sosyoloji bölümünde doktora tezini hazırlamış ve sonraları Profesör olarak aynı Üniver sitede ders okutmuştur. Büyük bir din bilgini ve aynı zamanda büyük bir sosyolog olan Seyyid Kutub, ce miyet meseleleriyle yakından ilgilenmiş, maddî ve manevî plânda toplumun istediği ve daha çok muh taç olduğu hususları bütün eserlerinde en ince nokta larına kadar açıklamış ve anlatmıştır. îslâm ülkeleri nin, bu gün içinde bulundukları ve İslâm'ı gerçek an lamda düşünememekten doğan buhranlarını derin bi rer inceleme mahsûlü olan eserlerinde göstermiştir. Bunu alışıla gelen ifadelerin dışında, yeni bir metod-la yaptığı için, eserleri her zaman bir yeniliğin müj decisi olmuştur.
Seyyid Kutub, çalışkanlığı, kabiliyeti ve verdiği eserlerin orijinalliği dolayısiyle haklı olarak çok ça buk bir isim yapmış ve eserleri muhtelif dillere çev rilmiştir ve çevrilmektedir...
O büyük insanın en önemli tarafı, ilmi ile amil olmasıdır. Bunun için ilâhî aşkı ve kuvvetli îmanı ile ülkeler ve milletler çemberini aşmış, insanlık içine taşmış olarak kütleleri de yüce fikri ve duygularının cazibesine alarak hak ve hidâyetin vasıtası olmuştur. Şüphesiz ki, yüksek aşk ve fikirleri ile îmâna kuvvet
ve canlılık, kalplere heyecan ve insanlık, beşerî mü nâsebetlere terbiye, nezâket ve zerâfet getiren o bü yük insanın, îslâm camiasının ilerlemesinde çok büyük rolü olmuştur. Böylece Hak yoluna, insanlık idealine ve İslâm kültürüne sayısız hizmetlerde bulunmuş tur...
Seyyid Kutub, Kral Faruk zamanında «Fikrin Savaşı» adlı ilk mecmuasını çıkarmış ve Mısır'ın uyanmasında ön ayak olmuştur. Zor durumda kalan Kral Faruk, bu mecmuanın kapatılması emrini biz zat kendisi vermiştir.
Kral Faruk'tan sonra gelen Nasır zamanında «Dava» adlı bir günlük gazete çıkarmış, fakat kısa bir müddet sonra Nasır, hem gazeteyi kapatmış ve hem de Seyyid Kutub'u ve 53 arkadaşını idama mahkûm etmiştir. Seyyid Kutub ve birkaç arkadaşının kurtul duğu bu dâvada diğerleri idam edilmiştir. Bu arada Seyyid Kutub da hapsedilmiş ve görmediği işkence kalmamıştır.
Seyyid Kutub, dinamik, faal ve azimli bir hayat yaşamış, İslâm'ın bütün emirlerini önce kendi haya tında tatbik etmeye çalışmış ve sonra da bunları her kese bildirmekte kendini vazifelendirmiştir. Dünya İslâm kongresinin açılış konuşmasında «Eğer burada konuşmak için toplandıysanız; Allahaısmarladık. Yok. eğer icrâât isterseniz; hemen yapalım.» sözü bunu is-bat etmeye kâfî bir delildir.
Seyyid Kutub'un, «Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.» ifâdesine tam bağlı bir hayat dev resi vardır. Çünkü bu ifâdenin çerçevelediği gerçek bir bilgin olarak, her bâtıl davranışa karşı olan her şeye karşı durmasını bilmiş ve bunu en büyük vazife
addetmiştir. Bunun neticesi olarak, İslâmî gerçekleri yazmaya başladığı günden itibaren Mısır'daki otori telerin nazarlarını üzerine çekmiş ve mevcut otori terler de ışıktan korkan yarasaların gülünç vaziyeti ne eş, Seyyid Kutub'a karşı cephe almaya başlamış lardır. Nâsır'ın iş başına geldiği tarihte başlayan bu cephe alış, sonraları daha da şiddetlenmiştir. Seyyid Kutub, Nâsır'ın kadrine uğramış, on yıla yakın bir zindan ve işkence hayatı yaşamıştır. Hayatı çok cid dî tehlikelerle karşı karşıya kalmış, Nâsır'ın özür di leme .teklifine «Bir müslüman, hiç bir zaman bir mü nafıktan özür dileyemez» cevabını vermiş ve hapiste kalmayı tercih etmiştir.
Seyyid Kutub, gerek El-Ezher Üniversitesinde ve gerekse dışarda uzun müddet ders vermiş ve onun dersinden bir çok önemli şahsiyetler istifade ederek yetişmişlerdir. Ömrünü okumak ve yazmakla geçire rek pek çok eser vermiştir. Bilhassa tefsirini göz önü ne getirdiğimiz zaman kabarık bir ciltler serîsi mey dana çıkar. Bu eserlerin günde on altı saat çalışmak suretiyle ve ekserisini hapishanede iken yazmıştır.
Seyyid Kutub, son zamanlarda zindandan tahliye edilmiş fakat Nâsır'ın ikinci bir hilesiyle iki kız kar deşi ve 40.000 kadar müslümanla birlikte tekrar hap sedilmiş ve 8/vııı/1966 tarihinde iki arkadaşı ile be raber idama mahkûm edilmiş ve bu karar, 20/vııı/1966 gecesi infaz edilmiştir. Bu infaz, onları şahadet şer betine, bütün İslâm âlemini de üzüntüye gark etmiş tir.
Asrımızın o büyük şehitlerine Allah'tan rahmet diler, yerlerine nice Seyyid Kutub'lar yetiştirmesini niyaz ederiz.
9


MERHUMUN ESERLERİNDEN BAZILARI ŞUNLARDIR :
1 — Kur'ân-ı Kerîm'in gölgesinde- Tefsir, 30 cilt-
2 — İslâm ve Kapitalizm.
3 — İslâm'da Sosyal Adalet.
4 — îslâmî düşünceler.
5 — Kur'ân'da edebiyat ve müşahedeler.
6 — Kıyamet gününden manzaralar.
7 — Ebedî tenkidler.
8 — Komünizm'in iddiası ve İslâm.
9 — Cihanşümul Selâmet ve İslâm.
10 — Sihirli Medeniyet.
11 — Meçhul Kıyı.
12 — Dînî Kıssalar -Abdülhamîd Cudes- Sahhâr'-
la birlikte.
13 — Hayatta Şâirin gayesi.
14 — Din Dediğin Budur.
15 —■ İstikbal İslâm'ındır.
16 — Yegâne dünya nizâmı İslâm.
17 — Dikenler.
18 — Gördüğüm Amerika.
19 — Dört Düşünce -Kardeşleriyle birlikte-.
20 — Köyden bir çocuk.
21 — İlk Şiirlerim.
- Kültür'ün İstikbali kitabının tenkidi.
10


YEGÂNE DÜNYA NİZÂMI İSLÂM!...
İslâm, Cihanşümul bir dindir. Ve bu, milliyetçilik, ırkçılık ve coğrafî sınırlar gibi mahdut mefhumlara önem vermeksizin kendi başına her yerde kaim bir dindir... Irk, renk, dil ve hatta din ve inanç gibi belirli ve ayrı ayrı toplulukları içine alan mefhumları da önemsemeden kapısını bütün insan oğluna açmış tır...
İslâm, doğuşundan bu yana ırkçılığa ve milliyet çiliğe dayanan her türlü hareketi reddetmiş, bütün beşeriyetin tek esasa dönmesini temin için kurallar koymuş ve bu arada, bu inançta bir cinsin diğer bir cinse üstünlüğü olmadığını, renk ve dil ayrılığının bir üstünlük temin edemiyeceğini, ancak bu ayrılıklardan tanışıp, görüşmenin sağlanması arzu edildiği belirtil miş, üstünlük ve fazilet terazisinin mihenk taşını emin bir şekilde vaz'etmiştir. Bu ise; Allah'tan korkmak ve O'na itaat etmek... Ve kulları ile iyi geçinmektir. Bu nun da cins ve renkle alâkası olmayan şahsî işlere delâlet ettiği apaçıktır!..
«Ey İnsanlar!.. Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sîzi milletler ve kabileler haline koy-
11
duk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah, Bilen'dir, Haberdar'dır.» (1) «Takva'dan başka hiç bir şeyle Arab'ın, arap olmayana üstünlüğü yoktur.» (2)
İşte bununla İslâm, doğuşundan bu yana ayrılık ve üstünlük fikrini ortadan kaldırmış, mükemmel bir eşitliğe ve saf insan şuuru esasına dayanarak -istis nasız olarak- bütün beşeriyete kapılarını tamamen açmıştır. İslâm, Nazi'lerin yahut Yahudilerin ırk mef-humundaki tutumunu, Amerikalılar'ın da kızılderili Hintliler ve zenciler hakkındaki şahlanışını ve Güney Afrikalıların beyaz ırktan başka bütün renkli ırklara karşı taassubunu hiç bir surette kabul ve bundan da ha kerih hiç bir şey de tasavvur etmez!...
Bunun içindir ki, rengi, ırkı, milleti, milliyeti ve dili ayrı olan beşeriyetin bütün gurupları, bütün fert leri birbirine sıkı ve metîn bir birlik mefhumu ile bağ layan manevî kuvveti hissetmek suretiyle İslâm'ın hi mayesi altında ve İslâm'ın sosyal nizâmının gölgesin de toplanma hakkına sahiptirler. Ve işte bu, siyah-beyaz, kuzeyli-güneyli, garplı-şarklı farkını gözetme yen ve hepsini bir araya toplayarak kaynaştıran ideal bütün bir insanlık bağıdır.
«Ey insanlar!.. Sizi bir tek nefisten yaratan, On dan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadını meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten saki nin. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'ın ve akrabanın haklarına riâyet ediniz. Allah, şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.» (3) ... Yalnız Milliyetçiliğe davet eden, milliyetçilik için dövüşen ve
(1) El-Hucurât, âyet: 13
(2) Hadîs (Buharî)
(3) En-Nisâ, âyet: 1
12
yalnız milliyetçilik uğrunda ölen; bizden değildir.» (4)
Cins, renk ve dil manîlerini ortadan kaldırmak için İslâm, en büyük çareye başvurmuş ve belirli milletler ve milliyetler arasında çok tehlikeli mücadeleye yol açan ve böylece bir milletin diğer millete veya bir cinsin diğer bir cinse yahut bir vatanın diğer bir va tana esareti anlamında olan sömürgeciliğin müseb bibi olan coğrafî sınır ayrılıklarını ortadan kaldırır.
Tabiîdir ki, yeni çağda sömürgeciliğin karşısında birinci müdafi silâh; iklim ve coğrafî hudutların çerçe velediği özel milliyetçilik şuurudur. Bunun neticesi olarak da her devlet, temsil ettiği ayrı topluma canlı hayat kaynakları temin etmek için zengin olmak gay retini gütmektedir.
Ve yine tabiîdir ki, şu son harplerin hepsi de bu esastan kopmuş ve geçen iki cihan harbi neticesin de beşeriyete isabet eden ve muhtemel bir üçüncü ci han harbinde doğacak felâketlere bu fikir sebep ol muştur... Bütün bu felâket ve musibetler; aşırı milli yetçilik şuurundan ve cihanşümul insanlık şuurunun zayıflamasından doğmuştur...
Evet... Marksizm, iktisadî ve maddî hayatı îzah ederken; sömürgeciliğin, yalnız Kapitalizm'in tesiriyle meydana geldiğini iddia ederek onun «Kapitalizm'in en üst kademesi» (5) olduğunu kabul eder. Aynı za manda marksizm, sömürgeciliğin harpten başka bir şey olmadığını savunur. Fakat belirli bir nazariyeyi hayatın akışında hâkim kılmak gayretkeşliğinde bulu nan bu çirkin nazariyeden kendini kurtaran insan, görür ki; insanlar, dar anlamdaki milliyetçilik fikrine inanmış olsalar bile Kapitalizm, sömürgecilik niza-
(4) Hadîs. (Ebû Dâvud çıkarmıştır)
(5) Lenin'in yazdığı bir kitabın adıdır.
13
minin meydana gelmesine kâfî bir sebep değildir!.. Ve yine onlar ki; Kapitalizm'in böyle bir toplumda yapmak istediği ve yapmayı başardığı şey; belirli bir tabakayı diğer bir tabaka adına çalıştırmaktır. Bu ise, hakikatte belirli bir toprak karşısında yaşıyan top lumu ve mahsûlü, milliyet ayrılığından dolayı diğer bir yer parçasında yaşayan bir toplumun hesabına çalıştırmak olan şu bildiğimiz sömürgecilik gibi de ğildir.
Marksizm'in «Kapitalizm'in en üst kademesi» şeklinde tarif ettiği sömürgecilik fikri; bütün beşeriye ti birbirine kardeş yapma fikrinin hakim olduğu mem leketlerden değil, aşırı müteassıp milliyetçilik fikrinin hâkim olduğu toplumlardan faydalanılarak ileri sürül müştür. İslâm, bu müteassıp milliyetçilik fikrini par çalamakla sömürgeciliği ortadan kaldırmış ve aynı toplumdaki tabakaların birbirine tahakkümünü de di ğer bir vesileyle yok etmiştir.
İslâm, ırk ve renklere bir hudut tanımadığı gibi ik lim sınırlarını da tanımaz. Çünkü, bütün dünya, yalnız Allah'ındır. Allah da dünyayı ve içindekileri şu insan için yaratmıştır... «Rabbin, meleklere 'Ben yer yüzün de bir halife var edeceğim' demiştir...» (6) Beşer cin sinin her ferdi de şu yer yüzünün îmân, çalıştırılması ve gizli hazinelerinin bulunması için vazifelidir. Yâni bütün insanlar yeryüzünü îmar etmek, çalıştırmak ve hazînelerinden faydalanmak bakımından Allah'ın bi rer halifesidir. Bütün insanlar kardeştir. Bir birine merhamet etmedikçe ve iyi işler hususunda yardımlaşmadıkça Allah'ın rahmetini kazanamazlar. Resulüllah -S.A.V.- de hiç bir cins ve milliyet farkı gözetmek sizin ve hatta müslümanları bile tahsis etmeksizin bu-
(6) El-Bakara, âyet: 30
14
yurur ki: «Yer yüzündekilere merhamet ediniz ki gök teki de size rahmet etsin.»
Bunun içindir ki, islâm düşünüşünde sömürgeci lik harbinin yeri yoktur. çünkü; İslâm örfünde bütün beşeriyet, tek ümmettir!... Böyle olunca da bir cinsi diğer bir cins veya bir vatanı diğer bir vatan hesabına çalıştırmak mânası da çıkarılamaz. Zira bu düşünüş, İslâmî kurallar arasında gülünç ve çirkindir. -İlerde' de göreceğimiz gibi İslâm harplerinin, bunlardan baş ka sebepleri vardı.-
İslâm, üzerinde milliyetçilikle yuğrulmuş vatan mefhumunun temerküz ettiği coğrafî ve ırkçılık ma nialarını kaldırırken, mutlak surette vatan mefhumu nu ibtal etmez. O, en güzel mânâda, vatan fikrini ko rur... O fikir ki; birlik, kardeşlik, yardımlaşma ve ni zamlı bir hayatın tâ kendisidir... O fikir ki; vatanın, bir toprak parçası değil, şuurdan bir nebze ve insan ların toplu halde üzerinde görüşüp anlaştığı müşterek
hedeftir...
Bu fikrin gölgesinde her ırka, her cinse ve her toprak parçasına mensup olan insanlar toplanır... Ki bunlar, tek vatanın çocuklarıdır... Allah uğrunda sa mimî kardeştirler... Ve kendilerinin yahut bütün beşe riyetin hayrına olan şeylerde yardımlaşırlar... İşte bu fikir; İslâm'ın tâ kendisidir!.. «Şüphesiz, mü'minler biri biriyle kardeştirler...» (7) «Mü'min, mü'mine karşı bir birine kaynaşan bir bina gibidir...» (Cool «Merhamet ve sevgide müslümanlar, bir vücuda benzerler. Vücudun her hangi bir âzası ağrıdığı zaman bütün vücut onun ızdırabını çeker...» (9)
(7) El-Hucurât, âyet: 10
(Cool Hadîs. (Buharı ve Müslim)
(9) Hadîs. (Buharı ve Müslim)
15
Burada izah etmeye çalıştığımız İslâm fikri, en güzel anlamiyle vatan mefhumunun yerini tutar. O mefhumda, bir toprak parçası için diğer bir toprak parçasını veya bir topluluk hesabına diğer bir toplu luğu çalıştırma ve onlara tahakküm etme aşkı hiç bir zaman filiz bile veremez!... Böyle bir mefhumun tesi riyle yeşeren tek filiz, İslâm'ın gölgesi altında bulu nan her arazî parçasının bütün müslümanlara ait bir vatan parçası olduğu fikridir... Yer yüzündeki her müslüman da bütün müslümanların bir vatandaşıdır. Şüphesizdir ki, bir mefkure üzerindeki izdiham, ferdî menfaatler hususundaki izdihamın doğurduğu şerri meydana getirmez. Yani her hangi bir fikri yaymak hu susundaki rağbet, sömürgecilik ismi verilen tahak küm nüfuzunu yayma rağbetinin doğurduğu kötülüğü doğurmaz!..
Burada akla şu şüphe gelebilir: Acaba İslâm, bir taassubu diğer bir taassubun yerinde yaşatmak fikrin de değil midir?... Milliyetçilik ve ırkçılığa ait taassu bu parçalayıp, yerlerine beşerî kardeşlik için cins mil let ve vatan taassubundan daha zararlı ve daha teh likeli olmak ihtimalinde bulunan dînî taassubu kur mak istemiyor mu? İnsanlık, bugün milliyetçilik ve sö mürgecilik uğrunda gördüğü eza ve cefadan daha şiddetlisini dînî birer taassub olan Haçlı seferlerinde tatmamış mıdır?...
İslâm'ın hakîkatını bilmeyenler ve bilhassa Haçlı hamlelerinin tesiri altında İslâm'dan tamamen uzak laşmış ve İslâm fikrini tetkik edememiş ve hatta bu güne kadar bu sapık fikirlerden kurtulma imkânını bulamamış garplılar, böyle bir şüpheye düşmekte bel ki mazur görülebilirler. Bunun için burada bu mevzuu zikretmeyi zarurî görüyoruz.
16
İslâm, kendisinin bütün beşeriyyet için olduğunu îlân etmektedir. Hz. İsa'nın, yalnız hurafelere saplan mış İsrail oğullarını kurtarıp hidayete erdirmek için geldiği gibi, Hz. Muhammed -S.A.V.- de sadece Kureyş için yahut Arap yarımadası için, veya yalnız Sâ-mî ırkı için peygamber gelmemiştir. Bilâkis o, yeryü zünün her köşesinde bulunan insan topluluğu için gönderilmiştir ■
«Ey Muhammed!.. Biz seni bütün insanlara an cak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez.» (10)
İslâm, kendisini bütün insanlar için hayır, bere ket ve rahmet addeder... «Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.» (11)... «Doğrusu bu Kur'an en doğru yola götürür...» (12)
İslâm, bütün beşeriyetin kendi hayrından, nime tinden ve hidayetinden faydalanmasını ister. Yahudi likte olduğu gibi bütün bunların belirli bir ırk veya millete münhasır kalmasını istemez. Fakat aynı za manda kendisine tâbi olmak için de insanları zorla maz. «Dinde zorlama yoktur; Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır.» (13)
Yalnız İslâm'ın tek isteği; yer yüzündeki bütün insanları hiç bir kimseye münhasır bırakmadığı veya her hangi bir şahsın menfaati için hapsetmediği mut lak hayra ulaştırmak gayesiyle insanlar arasında İs lâm'ı yayma hürriyetinin kendisine tanınması ve O'na tabi olanlara inanç hürriyetinin bahşedilmesidir... Öy le ki; kendisine tabi olanların bu inançtan dönmeleri
(10) Es-Sebe', âyet: 28
(11) El-Enbiyâ, âyet: 107
(12) El-İsrâ, âyet: 9
(13) EI-Bakara, âyet: 256
İslâm: 2
17
için kuvvet yoluyla tazyik edilmesin... Mensupları, can ve mal yönünden zarar görmesin... Bununla be raber İslâm, mensuplarını her hangi bir tehlikeden ko rumak ve kendi aralarında İslamî hükümleri tatbik etmelerini temin için gereken kuvveti ve selâhiyeti is ter. Çünkü her kanun, kendisine uyulması ve hürmet edilmesi için belirli bir kuvvete, bir nizâm ve intizama muhtaçtır, işte bunun içindir ki İslâm ırk, vatan ve hatta kan ve neseb gibi kuvvetli bağların yerini tuta cak İslâm kardeşliğini vaz'etmiştir :
«Allah'a ve Âhiret gününe inanan bir milletin, -babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akra baları olsa bile- Allah'a ve Peygamberine karşı gelen lere, sevgi beslediklerini görmezsen...» (14)
«De ki: 'Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eş leriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun git mesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda sa vaşmaktan daha sevgili ise; Allah'ın emri gelene ka dar bekleyin. Allah fasık milleti doğru yola eriştir mez!.» (15)
«Gerçek bazı kullarımız vardır ki; Peygamber ve şehit değildirler ama Peygamberler ve şehitler, kıya met gününde onların Allah nezdindeki makamlarını im renirler... Dediler ki; Yâ Resûlellah! Bunların kim ol duklarını haber verir misiniz? Buyurdular ki: Arala rında akrabalık ve menfaat olmadığı halde sırf Allan için sevişenlerdir. Allah'a yemin ederim ki; onların yüzleri nûr gibi parlak ve onlar nûr üzeredirler. Halk,
(14) El-Mücadele, âyet: 22
(15) Et-Tevbe, âyet: 24
18
korktuğu zaman korkmazlar, üzüldüğü zaman da üzül mezler...» (16)
Bir de İslâm ümmetine Allah'tan gelen vazife, yalnız halkı İslâm'ın getirdiği hayra hidayet etmek ve İslâm inancı ile İslâm mensuplarını korumak değildir. Muhakkak ki O, daha büyük ve daha geniş anlamda dır. Çünkü fert ve toplum olarak müslümanlara düşen vazife şudur: Bütün insanlara inanç ve ibadet hürri yetini vermek... İmânı ve akîdeyi köstekleyen maddî kuvvete son vermek... Zayıfları, kuvvetlilerin zulmün den korumak... Kime yapılırsa yapılsın ve nereden ge lirse gelsin zulmü bertaraf etmek... Bütün beşeriyete adaleti sağlamak... Yer yüzünde bulunan şer ve fe sadı silip süpürmek... Evet Allah'ın ilâhî hükümlerle bu ümmete vasiyyeti budur!.. Buyurur ki:
«İnsanlar için ortaya çıkarılan, uygun olanı em reden, fenalıktan alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz...» (17)
«Böylece sizi insanlara örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygamber de size örnektir...» (18)
Böylece görüyoruz ki; Allah'ın müslümanlara yüklediği vazife ve bu vazifeyi eda ederken yollarına çıkan manialar, ırk vatan, kan ve nesep yerine kaim olan mutlak bir birlik fikrini iktiza ettirir. Çünkü, müslümanların bütün bu saydığımız bağlardan daha bü yük ve daha kuvvetli anlamda rabıtaları vardır. O da, İslamî taassup fikridir. Fakat bu, geniş anlamlı ve çizdiğimiz sınırların çerçevelediği bir taassuptur... Bütün müslümanlar arasında bir mefkure için ihlâsı temin eden bir taassuptur... Bu inanç mensupları
(16) Hadîs. (Ebû Dâvûd)
(17) Âl-i İmran, âyet: 110
(18) El-Bakara, âyet: 143
arasında, bu mefkurenin hedef edindiği hayrı temin için yardımlaşmak üzere kurulan bir taassuptur... Ve bu hayır, müslümanların özel hayatta tatbik ettikleri ve kendisinden geniş ölçüde faydalandıkları her hare kettir... Ve işte bu hayrı müslümanlar, bütün insan lığa güzellikle tebliğde mükelleftirler.
«Ey Muhammed!.. Rabbinin yoluna, hikmetle, gü zel öğütle çağır, onlarla en güzel şekilde tartış. Doğ rusu Rabbin, -kendi- yolundan sapanları daha iyi bi lir.» (19)
Bu davetin yolunu aksatacak maniaları izale et mek, benim ve hatta her müslümanın vazifesidir. Bu manialardan bir tanesi ve belki birincisi kuvvet kulla narak vatandaşı İslâm dâvasını dinlemekten alıkoy mak veya müslümanları, öz dâvaları olan İslâmiyeti yaymaktan menetmektir. Müslümanların, akidelerini ve İslâm'ın sosyal nizâmını bu dâvadan himayelerine karşı bazı kuvvetlerin karşılarına çıkması ve onları bu dâvadan menetmeye çalışması, olağan şeydir.
Netice olarak denilebilir ki; müslümanlar, bütün yer yüzünde sosyal adaleti tahakkuk ettirmek ve fert den ferde veya fertden topluma yahut bir toplumdan diğer bir topluma karşı tatbik edilen zulmün her çeşi dini izale etmekle mükelleftir!.. Daha önce de söyledi ğimiz gibi, müslüman ümmet, insanlık adına topyekûn insanlıktan zulmü defetmek ve Resûlüllah -S.A.V.- in beraberinde getirdiği umûmî rahmetin hakikî mânası nı ve Cenab-ı Allah'ın bütün müslümanlara tebliğ et tiği umûmî tavsiyelerini tahakkuk ettirmek için dar görüşlü hizipçiliğe insanî bir nazarla bakmakla mükel leftir!..
(19) En-Nahl, âyet: 125
20
Dînî taassup adını verdiğimiz bu görüş, başka ırk lara karşı nefreti aşılayan bir taassup görüşü değil dir. Çünkü müslüman cpmiası bütün ırkların karışı mından meydana gelmiştir. Yine bu görüş, İslâm'ı ka bul etmedikleri için başka ve muayyen bir dinde olan lara karşı da bu nefret hissini uyandırmaz. Çünkü bu taassup, zorlamadan bütün beşeriyeti müşterek hayra sevketmek aşkıdır!.. Bu taassup, her fert, her millet ve her ırk için hakîkî ve tam adaleti tahakkuk ettirme aşkıdır!.. Hatta İslâm camiası İslâm'a daveti dinledik ten sonra kendi dinlerinde kaldıkları ve İslâm'ı kabul etmedikleri halde; gayri müslimleri de birer insan ol maları itibariyle her türlü zulümden ve kötülükten ko rumakla mükelleftir...
İslâmî ruhun coşarak meydana getirdiği İslâm harpleri, işte bu sebeplerden dolayı alevlenmiştir. Her hangi bir müslüman camianın yaptığı savaşlar, eğer bu ruh ve bu hedefler için değil de maddî hırsları tat min veya cebren dine girdirmek yahutta daha önce de söylediğimiz gibi başka her hangi bir şey için mey dana gelmişse; o savaşlar İslâmın yüce hedeflerine muhaliftir. Ve bunu İslâm da, İslâm'a tabi olanlar da nefretle karşılar... İslâm tarihinde şüphesiz ki, buna benzer misaller pek azdır. Yukarıda açıklamaya çalış tığımız dâvaların ruhuna dokunan âyet-i Kerime ve Hadis-i Şeriflerin bir kısmını burada zikretmek iste rim.
İslâm'ın hedefi ve vasıtası her hangi bir surette kendini zorla kabul ettirmek değildir. Hatta Hz. Mu sa'ya dokuz mucize, Hz. İsa'ya beşikte konuşmak, ölüleri diriltmek ve hastaları iyileştirmek gibi daha önceki semavî dinlerde bulunan «Hidayet için mu'cize vâsıtası», İslâm'da yoktur. Ve İslâm'da mu'cize, bir
21
vasıta veya hedef değildir. İslâm, insandaki idrak ede bilen akla hitap etmeyi, aklî ve i'tikâdi delillerle ikna' etmeyi arzu etmiş ve bunu başarmıştır. Bu usulü takib etmesi, insana ve insan terkibine namütenahi bir ihtiramla bakmasındandır.
İşte bu ulvî düşünüşe sahip olmasından dolayı dır ki; İslâm insanları ikna etmek ve kendisine tâbi ol mak için zor kullanmayı birinci plâna almamış ve hat ta insanların muhtelif inançlara tabi olmalarını hoş karşılamıştır. Öyle ki, bu ayrılığı fıtrî zaruretlerden bir tanesi kabul etmiştir.
«Eğer Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet kılardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri bir yana, hâlâ ayrılıktadırlar. Esasen onları bunun için yarat mıştır...» (20)
«Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Fakat bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir. O halde iyiliklere koşuşun. Hepinizin dönüşü Allah'adır...» (21)
Hz. Peygamber -S.A.V.- in, insanları hidayete er dirme arzusuna ve bütün müslümanların bu arzuyu bir an önce tahakkuk ettirme isteğine karşı Kur'an-ı Kerim, bütün insanların muslüman olmalarını Cenab-ı Allah'ın irade etmediğini ve her hangi bir , insanın muslüman olması için zor kullanılamıyacağını açık ola rak ifade etmiştir.
«Ey Muhammed!.. Rabbin dileseydi, yer yüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inan maya sen mi zorlayacaksın?» (22)
(20) Hûd, 118-119
(21) El-Mâide, 48
(22) Yûnus, âyet: 99
22
«Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır.» (23)
Şu halde müslümanlar, her hangi bir kimseyi muslüman olması için zorlamayı gaye edinmezler. Fa kat onların tek gayesi, kendilerine İslâm'a davet ve insanlara imân hürriyetinin bahşedilmesidir. Hak ba tıldan ayrıldıktan bu yana herkesin hürriyeti kendisi ne verilmiş ve zorlamak Kur'anın nassı ile iptal edil miştir!...
Harpler ise başka bir sebepten dolayı meşru kı lınmıştır... Öyle ki, yalnız inandıkları için kendilerine işkence yapılan ve yalnız «Rabbimiz Allah'tır» dedik leri için kendi memleketlerinden çıkarılan müslüman ların hürriyetini temin ve müdafaa için meşru olmuş tur. Bu mevzuda Kur'ân-ı Kerim'de Cenab-ı Allah bu yurur ki :
«Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselere, karşı koymaya izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir. Onlar haksız yere, 'Rabbimiz Allahtır' dediler diye yurtlarından çıkarılmış lardır. Allah, insanların bir kısmını diğerleriyle salmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah' ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi. And olsun ki, Allah'a yardım edenlere O da yardım eder. Doğru su Allah, kuvvetlidir, güçlüdür. Onları biz yer yüzüne yerleştirirsek, namaz kılarlar, zekât verirler, uygun olanı emrederler, fenalığı yasak ederler. İşlerin sonu cu Allah'a âitdir.» (24)
Her ne kadar bu ilâhî hükmün başlangıcında harp mevzuunda müslümanlara izin mahiyetindeki örtüyü kaldırmış ise de, sonunda savaşın meşruluğu hakkın-
(-23) El-Bakara, 256 (24) El-Hacc. 39 - 41
23

da umûmî bir hüküm belirtilmektedir. Cenab-ı Allah, aynı zamanda müslümanlara yardım edenlere de yar dım edeceğini bildirmektedir. Bundan maksat da, müslüman olsun veya olmasın bütün insanların îman hürriyetini teminat altına almak ve böylece yer yüzün de hayrın ve sulhun tahakkukunu temin etmektir. İlâhi ifadeye göre insanların bir kısmı, yani müslü-manlar diğer bir kısmına, yani zalimlere karşı durmasalardı; Bir çok manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler harab edilirdi.» Burada manastırlar rahip lerin, kiliseler hıristiyanların, havralar yahûdilerin ve mescitler de müslümanların ibadet yeridir.
Bu ifadede manastırların, kiliselerin ve havrala rın camilerden önce zikredilmesindeki maksat, onları da her hangi bir saldırıya karşı koruma fikrini destek lemektir. Şu halde bu, herkesin ibadet hürriyetini te minat altına almak ve bütün ibadet yerlerine hürmet etmektir. Ve bunun için Allah, iyiliği emreden, kötülü ğü yasaklıyan, Allah'a ibadet ve kimsesizlere yardım edenlere yardımı va'detmiştir... .
İslâm, ibadet hürriyetini yalnız kendi mensupları na değil, bütün dinlerin mensuplarına tanır ve müslümanları bu umûmî hakkı muhafaza etmekle mükellef kılar. Bu hürriyet mefhumunun gölgesinde harp etme-lerini müsaade eder ve böylece bütün dindarların iba det hürriyetini, nizam ve intizamla teminat altına alır... Bunun neticesi olarak da ispat eder ki; bu nizam, gayri mü'minlerin, her türlü endişeden emin olarak müslümanların himayesinde, geniş müsavat anlayışı içinde dînî hürriyetlerine sahip oldukları halde göl gesinde yaşayabilecekleri âlemşümul bir nizamdır...
Bu gayeyi tahakkuk ettirmek için müslümanlara her ne kadar harp etme izni verilmiş ise de; zulmet-
24
memeleri emrolunmuştur. Bunun tahakkuku için harp edilebilecek ve edilemiyecek haller de sınırlanmıştır. Bu duruma göre müslümanlar, kendilerine harp îlân edenlere ve bazı dindarları dinlerinden soğut maya çalışanlara karşı harbetmekle mükelleftirler. «Çünkü fitne, katl'den daha şiddetlidir.» Zira o, insa nın en güzel hassası vicdan hürriyetine tecavüzdür. Aynı zamanda müslümanlar, düşmanlarına tecavüz den, onlar tarafından taarruza başlanmadığı takdirde harbin yasak olduğu mukaddes zaman ve mekânlar da çarpışmaktan men'olunmuşlardır,
«Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşı rı gitmeyin. Doğrusu Allah, aşırı gidenleri sevmez. Onları bulduğunuz yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yer den siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak, adam öldür mekten daha kötüdür. Mescid-i Haram'ın yanında, onlar savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Sizin le savaşırlarsa, onları öldürün. İnkâr edenlerin cezası böyledir. Vazgeçerlerse onları bağışlayın. Şüphesiz Allah bağışlar ve merhamet eder. Fitne kalmayıp yal nız Allah'ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, sataşmayın. Zulmedenlerden baş kasına düşmanlık yoktur. Hürmetli ay, hürmetli aya mukabildir. Hürmetler karşılıklıdır. O halde, size teca vüz edene, size tecavüz ettikleri gibi tecavüz edin. Al lah'tan sakının ve Allah'ın, sakınanlarla beraber ol duğunu bilin.» (25)
Bu âyet-i Kerîmeden de anlıyoruz ki bu harpler den maksat; haklara tecavüz etmeksizin saldırıları defetmek, dine karşı yapılacak her hangi bir saldırı yı geri püskürtmek ve dini yalnız Allah'a bırakmaktır. İslâm'da genel bir kaide vardır. Yalnız harbedenlerle
(25) El-Bakara, 190-194
25
ve yalnız dindarları dinden meneden zalimlerle harbedilir. Yalnız zalimlere hücum edilir...
Diğer bir gurup insan vardır ki, şerlerinden sakın mak için İslâm, onlarla muharebeye davet eder. On lar, müslümanlarla olan anlaşma ve sözleşmelerini defalarca bazan ve bozmaya devam eden toplumlar dır. Ki, müslümanlar, her an onlardan gelebilecek hiyanetin endişesi içinde bulundukları için İslâm, men suplarına onlarla aralarındaki bütün anlaşmaları lağ vetmelerini ve bunun için daima hazır bulunmalarını emreder... Fakat bunlar pişman olur ve kendileri ta rafından gelecek daimî sulh teklifini de müslümanla-rın kabul etmelerini emreder.
«Allah katında yer yüzünde yaşayanların en kö tüsü inkâr edenlerdir. Onlar artık inanmazlar. Ey Mu hammed!.. Anlaşma yaptığın kimseler, sonucundan sakınmayarak anlaşmalarını her defasında bozarlar. Savaşta onları yakalarsan, arkalarındakilere ibret ola cak şekilde, darmadağın et. Eğer bir milletin anlaşmaya hiyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara kar şı aynı şekilde davran. Doğrusu Allah, Hâinleri sev mez. ..
İnkâr edenler, asla üstün geldiklerini sanmasın lar. Çünkü onlar, sizi âciz bırakamıyacaklardır. Ey îman edenler!.. Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar -Al lah'ın düşmanını ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah'ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere- kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Allah yolun da sarfettiğiniz her şey, size haksızlık yapılmadan, ta mamen ödenecektir. Eğer onlar, barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah'a güven. O, şüphesiz işitir ve bilir. Seni aldatmak isterlerse bil ki, şüphesiz Allah,
26
senden yanadır. Seni ve inananları yardımı ile destek leyen, kalplerini uzlaştıran O'dur.» (26)
İslâm'ın, kendisi için muharebe ettiği diğer bir dâva daha vardır. Zayıfları zulümden koruma dâva sı... Topyekûn zulmü imha etme dâvası... Yalnız Al lah uğrunda bütün insanlığa şamil adaleti tahakkuk ettirme ve Allah sözünü her şeye hâkim kılma dâ vası...
«... O halde, dünya hayatını âhirete değişenler, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır, öldürülür veya galip gelirse, Biz ona büyük bir ecir vereceğiz. Size ne oluyor öa: 'Rabbimiz! Bizi halkı za lim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir dost kıl, katından bize bir yardımcı gönder' diyen zavallı ço cuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolun da savaşmıyorsunuz? İnananlar, Allah yolunda sava şırlar, inkâr edenler ise şeytan yolunda harbedenler. Şeytanın dostlarıyla savaşın. Esasen Şeytanın hilesi zayıftır.» (27)
Şu halde İslâm'ın emrettiği bu savaş, itikad hu susunda bir baskı değil, zulmü ve haddi aşmayı ber taraf etmek içindir... Zulmü defetmek, adaleti yaşat mak, emniyeti tahakkuk ettirmek ve zayıfları korumak içindir!..
Bu arzettiğimiz sebeplerden başkası için yapılan harplerde İslâm, bu harplere katıldığından dolayı müslümana hic bir mükâfat tanımaz ve Allah uğrunda ol mayan hic bir cihadı kabul de etmez!.. Resûlüllah -S.A.V.- e biri gelerek : kimi ganimet, kimi nâm ve ki mi de kahraman görünmek için çarpışıyor. Bunların
(26) El Enfal, 55-62
(27) En-Nisâ', 74-76
27

hangisi Allah uğrundadır? Buyurdu ki: «Allah sözünü daha üstün kılmak için çarpışan; Allah uğrundadır!,.» (28)
Allah'ın sözü nedir?... Allah'ın sözü, hakkı hak bilmek, zulmü defetmek ve belirttiğimiz gibi îman hürriyetini tanımaktır... İslâm'ın hakikatini bilmeyen lerin, dînî taassup mevzuundaki şüphelerini izale et mek gayesiyle, kasıtlı ve garezkâr kişilerin itimad et tikleri âyet-i Kerîmeleri birer ilâhî hüküm olarak nak ledeceğim :
«Allah katında dîn, şüphesiz İslâmiyet'tir...» (29) ... «Kim İslâmiyet'ten başka bir dine yönelirse, onun ki kabul edilmeyecektir. O, âhlrette de kaybedenler dendir.» (30)
Bu iki âyet-i Kerîmede geçen İslâmiyet kelimesin den maksat nedir?... İslâm, yüce tabiatına uygun olarak daha önce gelmiş bütün dinleri içine almış, ilâh'ın tekliği ile beraber îman ve din birliğini de tak rir etmiştir. Bütün Peygamberler, tek dinle gelmişler dir. O da İslâm dinidir... Şeksiz ve şüphesiz, kalbin, yalnız Allah'a teslîmiyeti dînidir...
İşte, değişmeyen inancın esası budur!.. Cemiye tin hayatını tanzim eden kanunlar ise, beşeriyetin hay rına, canlanma ve idrak kabiliyetine uygun olarak pey gamberlerin gelişiyle el değiştiren ilâhî risâletlerdir... Son olarak İslâm, Hz. Muhammed -S.A.V.- in vasıtası ile tebliğ edildiği zaman; en son şeklini almış ve Al lah'ın tek dîninde esas mehkureyi kucaklamıştır. Böy lece geçmiş bütün dînlerden, nizamlardan ve kanun lardan iyilerini almış ve noksanlarını tamamlamıştır.
(28) Hadîs. (Buharî ve Müslim)
(29) Âli İmrân, 19
(30) Âli İmrân, 85
28
«... Bugün, size dîninizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, dîn olarak sizin için İslâmiyet'i
beğendim...» (31)
Şu halde -Allah'a teslim olmuş ve O'na inanmış olarak- her hangi bir dînin saliki, sonraki din kendisi ne tebliğ edilmeden Allah'a teslim olduğu ve O'na inandığı halde ölürse; İslâm dîni üzere ölmüş olur. Allah da onun İslâm'ını kabul etmiştir. Hayatta iken yaptığı iyilik ve kötülükleri için hesaba çekilecektir.
«... İyilik yaparak kendini Allah'a veren kimse nin ecri Rabbinin katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.» (32)
«Şüphe yok ki (Senden evvel peygamberlere) îman edenler (olsun, Musa dinini kabul eden) yahudiler (olsun) masrani (Hıristiyan) ve Sabîîler (olsun) kim (peygamberin şeriatine göre) Allaha ve âhiret gü nüne inanır, bununla beraber (o şeriatın emri vech ile) Salih (iyi) amel (ve hareket) de bulunursa elbette onların Rableri katında ecirleri (mükâfatları) vardır. Hem onlara bir korku da yokdur, onlar mahzun da olacak değillerdir.» (33)
Hz. Muhammed -S.A.V.- in risaletinden sonra en son ve en güzel şekliyle dîn, İslâm olmuştur. «Kur'ânı, önce gelen Kitabı tasdiken ve ona şahid olarak ger çekle sana indirdik...» (34) ... Bunun için İslâm, ken dinden önceki dinlerin sağlam kaidelerini toplayan bir dîndir... İslâm'dan başka bir dîne tâbi olan kimseden o dîn kabul olunmaz!..
Fakat kabul ve red hükmü, Allah'la kul arasın da bir meseledir. Ve bu, hiç bir halde, müslüman ol mayanları İslâm'ı kabule zorlamak anlamını ifade et-
(31) El-Mâide, 3
(32) El-Bakara, 112
(33) El-Bakara, 62
(34) El-Mâide, 48
29
mez. Bilâkis bu, onların bir an önce Allah'ın dilediği gibi İslâm'ı kabul etmeyi, zamanında tatbik edilmiş ve fakat ondan sonra hükmü geçmiş fikirlere saplanmamayı, bunun neticesi olarak da Allah'a itaat etmek ve O'nun rızasını kazanmak için acele etmeyi açıkla maktan ve bu hususlarda öğüt vermekten başka bir şey değildir. Böyle yapmadıkları takdirde, onları Al lah'a havale etmekten başka bir çare yoktur.
«De ki: 'Ey kitab ehli!.. Ancak Allah'a kulluk et mek, O'na bir şeyi eş koşmamak, Allah'ı bırakıp birbi rinizi Rab olarak benimsememek üzere, bizimle sizin aranızda müşterek bir söze gelin'. Eğer yüz çevirirler se: 'Bizim müslüman olduğumuza şahid olun' deyin.»
(35)
Her dinin, aslında tek'e davet eden İslâm'ın tâ kendisi olduğunu açıklamak ve akîde birliği ifa etmek hususunda bâzı ilâhî nasları burada zikretmek iste rim. Çünkü bu ilâhî naslar, bize İslâm'ın cihanşümul ve kendisinden Önce geçmiş bütün semavî dinleri hâvî olduğunu, onlara, mensuplarına ve Peygamber lerine karşı ihtiramını, onlardan îman edenlere karşı şefkatini ve kendisine muhalif olmadıkları müddetçe onlara ibadet hürriyetini tanıdığını açıklamaktadır.
A'raf sûresinde Nûh, Hûd ve Salih -A.S.- in kıs saları arka arkaya zikredilmiş ve eskiden beri olduğu gibi hepsinin, adetâ tek lisanla ve tek ifade ile kavim lerini dîne davet ettikleri haber verilmiştir.
!And olsun ki, Nuh'u milletine gönderdik, 'Ey mil letim!. Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yok tur; doğrusu sizin için büyük günün azabından kor kuyorum, dedi.»
«Âd milletine de kardeşleri Hûd'u gönderdik; 'Ey
(35) Âl-i İmran, 64
30
milletim».. Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur, karşı gelmekten sakınmazmısınız? dedi.»
Beytül-Haram'ı bina ettikleri zaman şu duayı yap-ümmet yetişir.» (37)
«Semûd milletine de kardeşleri Salih'i gönderdik. 'Ey milletim!.. Allah'a kulluk edin. O'ndan başka tan rınız yoktur., dedi.» (36)
Bakara sûresinde Hz. İbrahim ve Hz. ismaîl'in, Beytül-Haram'ı bina ettikleri zaman şu duayı yap tıkları zikredilir: «Rabbimiz!.. İkimizi Sana teslim olan lar kıl. Soyumuzdan da Sana teslim olanlardan bir
ümmet yetişir.» (37)
Aynı yerde Hz. İbrahim, Hz. Yâkup ve Hz. Esbât hakkında hikâye mahiyetinde haberler vardır :
«Kendini bilmezlerden başkası İbrahim'in dinin den yüz çevirmez. And olsun ki, dünyada onu seçtik. Şüphesiz o, âhirette de iyilerdendir. Rabbi ona : 'Tes lim ol' buyurduğunda, 'Âlemlerin Rabbine teslim ol dum' demişti. İbrahim, bunu oğullarına vasiyyet etti. Yâkub da : 'Oğullarım!.. Allah dini size seçti. Siz de ancak O'na teslim olmuş olarak can verin' dedi. Yok sa Yâkub can verirken sizler yanında mı idiniz? Oğul larına : 'Benden sonra; kime kulluk edeceksiniz?' di ye sormuştu. 'Senin Tanrı'na ve ataların İbrahim, İs mail, İshak'ın Tanrı'sı olan tek Tanrı'ya kulluk edece ğiz. Bizler O'na teslim olmuşuzdur' demişlerdi.» (38) Böylece anlaşılmaktadır ki, bütün Peygamberler, ortak koşmadan yalnız Allah'a ibadeti emreden tek dîn üzere gönderilmişlerdir. Ve genel anlamıyla, bu, İslâm dînidir. İşte Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. İshak, Hz. Ya'kub ve Hz. Esbat bu esas üzere müslüman idiler...
(36) El-A'râf, 59, 65, 73
(37) El-Bakara, 128
(38) El-Bakara, 130-133
31
Ve işte bu küllî hakîkate dayanarak müslümanlar, hiç birisinin arasında tefrik yapmaksızın bütün Peygamberlere inanırlar... Onların dinlerinden ve o dinlere tabi olanlardan nefret etmezler... Yalnız, o dinlere tabi olanlardan tek istedikleri;" onların da Hz. Muhammed -S.A.V.- in getirdiklerine îman etmeleri dir. Ki Hz Muhammed'in getirdiği de esasinde onla rın ellerindeki Kitaplarına uygundur!.. Şayet bunu yap mazlarsa; diledikleri gibi hareket etsinler, fakat, bu dini herkese yaymak hususunda müslümanları da ra hat bıraksınlar...
«Allah, Nuh'a buyurduğu şeyleri size de dîn ola rak buyurmuştur. Ey Muhammed!.. Sana vahyettik. İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya da buyurduk ki: 'Dîn'e bağlı kalın. O'ndan ayrılığa düşmeyin'.» (39)
«Allah'a bize gönderilene, İbrahim'e, İsmail'e, İs-hak'a, Ya'kub'a ve torunlarına gönderilene, Musa ve İsa'ya verilene, Rableri tarafından Peygamberlere ve rilene, onları bir birinden ayırd etmeyerek inandık. Biz O'na teslim olanlarız', deyin Sizin inandığınız gibi inanmış olsalar, doğru yolda olurlar. Yüz çevirirlerse, şüphesiz onlar çıkmazda kalırlar. Onlara karşı, sana Allah yetecektir. O, işitir ve bilir.» (40)
İslâm, muhtelif dinler hakkındaki bu fikrine ve ci hanşümul bir din olmasına uygun olarak; kendisiyle muharebe etmedikleri, bütün insanlara tebliğ edil mesine mâni olmadıkları, yer yüzünde fesadı çıkarma dıkları ve zayıflara tecavüz etmedikleri müddetçe di ğer dinlere tâbi olanlarla alâkayı kesmez. Bilâkis, kendi hükmü altına girenlere en geniş anlamıyla ha yat bahşeder... Hiç bir hüküm altında bulunmayan-
(39) Eş-Şûra, 13
(40) El-Bakara, 136-137
32
lara hayır ve sulh babında cihanşümul yardımlaşmayı tatbik eder... Biz, İslâm'a inanmayan bu iki grupla, müslüman toplum arasındaki münasebetlere bir göz atarak fikrimizi söylemeden geçemiyeceğiz.
İslâm'ın bayrağı altında yaşayan gayri müslim-lere ZIMMİ denir. Hariçten gelen her hangi bir taar ruzu kendilerinden defetmek ve onları korumak, da hilde de canlarını ve toplum nizamını bozmayacak nitelikte olan mallarını muhafaza etmek, her türlü ah lâkî değerlerine hürmet etmek, islâm'ın vazifelerindendir. İslâm, bütün bunlara mukabil, İslâm hüküme ti için CİZYE meblâğı alır.
Burada «Cizye» kelimesinin ifade ettiği anlamı belirtmek gerektir. Çünkü bu mevzudaki cehalet sebe biyle veya bu yolla İslâm'a hücum etmek niyetiyle ciz ye hakkında bir çok yanlış bilgiler verilmiştir.
İslâm, Nisab'a mâlik olan her insana zekât'ı farz kılmıştır. Tıpkı İslâmî mefkureyi himaye etmeye, İs lâm'a, müslümanlara ve zimmîlere karşı olan zulmü defetmeye muktedir her insana cihadı farz kıldığı gibi... Zekât ve cihad, nefis ve mal yönünden insana bazı güçlükler yükleyen birer ibadet olduğu için İs lâm, bunlarla zimmî olan kimseleri mükellef kılmamıştır. Çünkü onlar, bu iki ibadeti farz kılan İslâmî akîdeye göre ibadet etmemektedirler. İşte, bu mal ve kan kaybına karşılık zimmîlere cizye farz kılınmıştır. Ki bu, ibadetle alâkası olmayan, bir mal ödemekten başka bir şey değildir... Yine dikkat edilmesi gereken husus şudur ki; zekât, erkek-kadın her müslümana farz kı lındığı gibi, sabî'nin malı için de farz kılınmıştır. Ki bunu, sabinin velîsi, o maldan çıkarıp vermek mec buriyetindedir. Cizyeye gelince o, kadınlar ve çocuk lar hariç olmak üzere yalnız erkeklere farz kılınmış tır...
33
İslam: 3
Zekât, sonsuz olarak zenginliğin derecesine göre alındığı halde cizye, üç şekilde alınır. Cizye, zengin olanlardan yılda 48 dirhem -134,72 gr.-, orta derecede olanlardan 24 dirhem -67,36 gr.- işçi ve bu derecede olanlardan da 12 dirhem -33,68 gr.- alınırdı. Sadaka ya muhtaç.olan konuklardan, işsiz ve gelirsiz amalardan, kötürümlerden, husûsî malları olmadığı takdir de rahiplerden ve papazlardan alınmazdı. (41)
Zimmîler, bu cizyenin karşılığı olarak yalnız iç ve dış felâketlerden korunmakla kalmazlar, aynı zamanda İslâm'ın, çocuk, hasta, âciz veya ihtiyarlardan ka zanmaya iktidarı olmayan kimselere tahsis ettiği iç timaî teminattan da istifade ederler. İslâm, ırk, din ve dil ayırımına bakmaksızın bütün bunlara kendilerine kâfi gelecek miktarı ayırmıştır. Geçmiş İslâm devir leri, bu çok büyük insanî hizmetleri te'kid etmekte dir...
Hz. Ömer -R.A.- bir gün güçsüz, Yahudi bir ihti yarı, bir kapıda dilencilik ederken görmüş ve ona «Seni bu duruma sevkeden nedir?» diye sormuştu. Bunun üzerine Yahûdî «Sen cizye, ihtiyaç ve ihtiyar lıktan sor» cevabını verince, Hz. Ömer onu elinden tu tup evine getirmiş ve günlük ihtiyacını verdikten son ra hazine nazırına, «Buna ve benzerlerine bak. Eğer gençliklerinde kendilerinden istifade edip, ihtiyarlık zamanlarında da ihmal edersek; yemin ederim ki, in safsız bir iş yapmış oluruz.» demiştir. «Sadakalar, Al lah'tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere... veri lir.» (42) Bu da, ehli kitap düşkünlerinden sayılır. (43)
Hz. Ömer -R.A.- Şam'a giderken çok fakir düş müş bir hıristiyan kabilenin yanından geçtiğinde on-
(41) Haraç kitabından. (Ebû Yûsuf)
(42) Et-Tevbe, 60
(43) Haraç kitabı. (Ebû Yûsuf)
34
lara sadaka verilmesini ve yiyeceklerinin temin edil mesini emretmiştir. (44) İşte böylece İslâm'ın ruhu, Hz. Ömer vasıtasiyle on üç asırdan daha fazla bir za mandan beri bu insanî ufka yükselmekte ve sosyal adaleti, din, milliyet ve inanış ayrılığı gözetmeksizin insanî bir hak olarak tanımaktadır.
Yine tarihî vesîkalar ispat eder ki; müslümanlar, kendilerinden cizye topladıkları zimmîleri himaye ede medikleri için bazılarına bu topladıklarını geri vermiş lerdir. Meselâ: Ebû Ubeyde bin Cerrah -R.A.- Rumla rın büyük bir ordu ile hazırlanıp İslâm ordusu ile çar pışmaya geleceklerini haber alınca, sulh ederek ha raç verenlerin emîrlerine, bu alınan haracı geri ver melerini ve onlara «Size malınızı geri vermemizin se bebi, büyük bir kuvvetle karşı karşıya kalışımızdır. Halbuki siz bu malı verirken himaye edilmenizi şart koşmuştunuz. Biz ise şimdi buna muktedir değiliz. Bunun için sizden aldığımızı geri veriyoruz ve Allah bizi muvaffak kılarsa aynı şartla tekrar sizden cizye yi kabul edeceğiz...» demelerini yazmıştır. (45)
İslâm'a hücum edenlerin, ellerinde adetâ redde dilmez ve çürütülmez bir delil gibi tuttukları bir âyet-i kerîme daha vardır.
«Kitap verilenlerden, Allah'a, âhiret gününe inan mayan, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını ha ram saymayan, Hak dîni dîn edinmeyenlerle, boyun larını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar sava şın.» (46)
Bu âyetin kendisinde, onların sözlerini cerhedecek delil vardır. Bu da «Ehl-i kitap» şeklindeki tahdit-
(44) İslâm'a Davet kitabı. (W. Arnold)
(45) Haraç kitabı. (Ebû Yûsuf)
(46) Et-Tevbe 46
35
tir. Öyle ki, âyet-i Kerime'de, Allah'a ve âhiret günü ne, inanmayanlarla, Allah'ın ve Resûiünün haram kıl dığı şeyi haram kabul etmeyenlerle, Hak dine göre ibadet yapmayanlarla, böylece her ne kadar ehl-i ki tap gibi görünüyorlarsa da bu sıfatlara göre Kâfir ka bul edilen kimselerle harbedilmesi gerektiği bildiril mektedir... Allah'a ve âhiret gününe îman etmeyen bir kimsenin Hıristiyan, Yahûdî veya mutlak surette semavi bir dîne tabî olduğu söylenemez. Zira ondan ilâhî bir dîne tabî olma sıfatı kalkmış durumdadır. İşte her ne kadar ehli kitaptan görünüyorlarsa dabu gibi insanlarla savaş, tıpkı kâfirlerle savaş gibidir.
Bundan dolayıdır ki, bunların hükmü mutlak kâ firlerin hükmü gibidir. İleride zikredeceğimiz gibi, İs lâm'ın harp ve sulh hükmüne uyularak ,onlar saldırdığı zaman kendileriyle harbedilir. Bununla beraber İs lâm, müsamaha ederek onları görünüşe göre ehl-i ki tap sayar ve kendilerinin, bu durumda hic bir kâfir den kabul edilmeyen cizyeyi ödemelerini kabul eder. Cizyeyi vaz'etmekteki maksat da âyette sarih olarak belirtilmiştir. O da; teslim olmaktır... Sulhu kabul et mektir... Tecavüzden vazgeçmektir... Yer yüzünden zulmü ve fesadı kaldırmak için mü'minlerin, İslâm'a davet hürriyetine karşı gelmemektedir.
Cizye, bazı muarızların ve mütecavizlerin İslâmî adalette tavsir etmeye çalıştıkları gibi zulüm ve al datma değildir. Biz, cizye ile şu XX. asırda bir mem leketi istilâ edenlerin o memleket halkına yükledik leri vergi arasında hiç bir bağ kuramayız. Bu gibi bir muvazeneyi kurmak da caiz değildir. Çünkü garp âle minin nizamları ve yaşayışı ile şu yirminci asırda vu ku bulan her hangi bir yenilik; İslâmî hükümlerin yü rütülmesinde bir delil olamaz.
36
Bu topluluk, İslâm'ın yüce ufuklarıyla kıyaslan dığı takdirde çok küçük kalır. Bugünkü yazarlarımı zın, İslâm'ın bazı hükümlerini XX. asırda cereyan eden hadiselerle mukayese ederek onları doğrulama ya çalışmaları; garp nizamlarının önünde bir şuur hezimetini tasvib etmekten başka bir şey olmasa ge rektir. Onlar İslâm için bir delil ileri sürdüklerini zan nederler. İslâm'ın ise bu gibi delillere ihtiyacı yoktur.
İslâm, cizyenin karşılığı olarak zimmîleri zekât ve cihad gibi müslümanların yapmak mecburiyetinde ol dukları ibadetlerle mükellef kılmadığı gibi; İslâm ca miasının içinde onların iktisadî refahını da düşünür. Bazan müslümanlara haram kıldığı malları ve işleri onlara helâl kılmıştır. Meselâ, müslümanın içki ve do muz gibi necis şeyleri yemesi, içmesi, onlara sahip olması ve onlarla ticaret yapması haramdır. Böylece İslâm, bunları müslüman için birer mal olarak kabul etmez. Bunlar, çalınsa; hırsız, bundan sorumlu tutul maz. Ve eğer emanet olarak bırakıldığı yerden kay bolsa, emanetçi bundan mesul değildir. Fakat bu hü kümler, zikredilen bu malın müslümana ait olmasına göredir.
Mal sahibi bir zimmî olduğu takdirde onu çalan, sorumludur... Emanetçi, onu ödemekle mükelleftir. Çünkü zimmîye göre onu kullanmak mubahtır. Bunun için İslâm, zimmî için onu muhafaza eder ve zimmî-nin inancına karışmaz.
İslâm, zimmîlerin yalnız kanlarını, mallarını ve hürriyetlerini koruyup, bunları yapmakla iktifa ede rek onları kendi hallerine bırakmaz!... Resûlüllah -SA.V.- buyurur ki: «Zimmîyi öldüren, cennet koku-
37
sunu duymaz.» (47), «Bir zimmiye zulmeden veya gü cünden fazla yük yükletenin dâvacısıyım.» (48)
Evet İslâm, en açık ifadeyle onların, muhterem birer vatandaş olarak yaşamalarını, müslümanlarla aralarında sevgi bağlarının bulunmasını ve sosyal hak ların kendilerinden alınmamasını emreder. Bunun ne ticesi olarak bazı husûsî hallerde onları toplumdan ayırmaz, kendilerine mahsus bazı işleri yüklemez ve Amerika'da beyazların zencilere ve Güney Afrika'da renklilerin diğerlerine karşı yaptıkları muameleler gibi onları müslümanlar arasına karışmaktan menetmez!..
İslâm bayrağı altında zimmîler, severler ve sevi lirler... Mutlak bir içtimaî hürriyet içerisinde yaşar lar... Müslümanların sevinç günlerine davet edilirler ve kendi sevinç günlerine de müslümanları davet ederler. Böylece her iki camia arasında karşılıklı sev gi, kuvvetleşir ve devam eder!..
«Bugün, size temiz olanlar helâl kılındı. Kitap ve rilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onla ra helâldir.» (49)
Burada zimmîlere karşı ilk müslümanların için deki husûsî hisleri belirtmek bakımından Hz. Peygam berin hayatından bir hadiseyi zikretmeyi uygun olur sanırım:
Câbir bin Abdullah -R.A.- şöyle nakleder: Bir gün yanımızdan bir cenaze geçtiğinde Peygamber -S.A.V.-ayağa kalktı, biz de kalktık. Akabinden «Ya Resûlüllah,, o bir Yahûdî cenazesi idi» dediğimizde buyur dular ki; «O bir nefis değil midir? Bir cenazeyi gördü ğünüz zaman ayağa kalkınız.» (50)
(47) Had's. (Buharı).
(48) Haraç kitabı. (Ebû Yûsuf)
(49) El-Maide, 5
(50) Hadîs. (Buharî)
38
İşte bu, her türlü dîn taassubundan tamamen sıyrılmış bir şuurun îcabıdır... Araştırıcıları hayret ler içinde bırakan, İslâm'ın erişilmez yüceliğidir. Bu mevzuda sözü bağlamadan önce Hıristiyan bir Avru palının İslâm'ın daveti mevzuunda zikrettiği bazı fi kirlerini nakletmek isterim.
W. Arnold, «İslâm'a Çağrı kitabında der ki ;
«Şam, 637 yılında müslümanlarla sulh yaptığı za man, bu sulh ile yağma edilmekten ve sürülmekten emin olduğu gibi daha bir çok şartlara sahib oldu... Bunun akabinde bir çok Arap şehirleri, Şam'ı takib ettiler ve kısa bir zaman sonra Humus, Minbec ve daha bir çok şehirler anlaşmalar yaptılar ve Araplara tabi olmuş birer şehir haline geldiler. Hatta bu gibi şartlara uyarak Patrik, Kudüs'ü teslim etti. Rumlar, kendi dinlerine tabi olmayan İmparatorun sıkıştırıp, kendilerini dinlerinden çıkarmasından korktukları için, müslümanların kendilerine bahşettikleri dînî hürriyet dolayısiyle Roma İmparatorluğuna veya her hangi bir Hıristiyan hükümete tabi olmaktan ziyade İslâm tabiasına girmeyi tercih ettiler. Memleketlerini fetheden Roma ordularının yaptıkları korkunç mezâlim, müslü manların o yerleri kolaylıkla fethetmelerine sebep oldu.»
«Müslümanların, cesaret dolu hamleleriyle istila ettikleri eski Bizans vilâyetleri, uzun asırlardan beri, aralarında bulunan Nastûri ve Ya'kubî fikirlerden do layı görmedikleri ve bilmedikleri müsamahayı gördü ler ve yaşadılar. Böylece hiç bir kimsenin taarruzuna uğramaksızın dinlerinin îcab ettirdiği her şeyi yap makta serbest bırakıldılar. Yalnız birbirlerine muhalif dinlerin salikleri arasında herhangi bir kargaşalığa sebep olmamak maksadiyle kendilerine konulan bazı
39
kural ve kanunları istisna edebiliriz. İslâmî şuuru ze delememek için biribirine zıt bazı dînî fırkaların taas subunu aşırı hadde ulaştırmamak ve bu ayrılık mefhu munu feveran derecesine gelmekten kurtarmak için yine husûsî bazı tedbîri kurallar konmuştur. Arapların VII. asırda istilâ ettikleri yerleri, kendilerinden alacak ları cizye mukabilinde canlarını, mallarını ve mutlak surette dînî hürriyetlerini korumalarına bir göz atılır sa; bu sınırsız müsamaha altında, idarenin çok kuv vetli olmasının mümkün olabileceği gayet tabîî düşü nülebilir.»
«Hıristiyanlara yükletilmiş bu vergiden gaye, bazı müsteşriklerin garezkâr ifadeleri gibi, Hıristiyanların İslâm'ı kabul etmekten imtina etmeleri sebebiyle on lardan alınan bir ceza değildir. Çünkü onlar, bu ver giyi diğer zimmîlerle beraber ödemektedirler. Ki on lar, İslâm'a tabi olmadıkları için orduya giremeyen ve böylece müslümanların kılıçlarının kefaleti altına sığınan gayr-i müslimlerdir...
Hire'liler, daha önceden kararlaştırılmış cizyeyi verdikleri zaman: «Müslümanlardan ve gayri müslim-lerden kendilerine gelecek herhangi bir tecavüzden korunmaları» şartını koşmuşlardı.
Halid bin Velid -R.A.-, Hire'nin civarında bulunan bazı şehirlerin halkıyla yaptığı anlaşmaya şu cümleyi kaydetmiştir: «Şayet sizi koruyabilirsek cizyeyi alırız. Aksi halde hiç bir şey almaya hakkımız yoktur...»
Daha sonra yazar, yukarıda da söylediğimiz gibi Ebû Ubeyde hadisesine değinerek sözüne devam eder: «Cizye, müslüman oldukları takdirde yapmakla mükellef bulundukları askerî hizmetin karşılığı olarak, iktidar sahibi bütün erkeklere farz kılınmıştır...»
«Şüphesiz ki, islâm ordusunun hizmetine giren herhangi bir Hıristiyan camiası, bu cizyeyi ödemekten
40
muaf tutulur. Antakya civarında ikamet eden Hıristi yan Ceracime kabilesi, işte bu şekilde cizye vermek ten kurtulmuştur. Ki bu kabile, müslümanlarla anlaş ma yaparak cizyeden muaf tutulması ve fakat ganî-metten kendine düşen payın verilmesi şartıyla müslümanlara yardımcı olacağına ve gazalara iştirak ede ceğine söz verdi. Tıpkı bunun gibi Hicretin 22. yılın da islâm fütuhatının Kuzey İrana doğru ilerlediği bir sırada, bu memlekette yaşayan bir kabîle ile de aynı şekilde anlaşma yapılmış ve onlar, askerî hizmete mukabil cizye ödemekten muaf tutulmuşlardır.»
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Yegane Dünya Nizamı İslam
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» YEGANE DÜNYA NİZAMI İSLAM DEVAM
» İslam Devleti’nin Kuruluşu
» Bu Dünya Bir Handır
» İslam'ın Beş Şartı
» İSLAM VE OSMANLI

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
MeDinE~Fm Forum :: İSLAMİ BİLGİLER :: İSLAM NASIL HAYATA HAKİM OLUR ?-
Buraya geçin: