MeDinE~Fm Forum
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

MeDinE~Fm Forum

İslami MeDinE~Fm Forum Radyomuzu dinlemek için...( http://www.vahdetfm.com/radyo.htm )....adresine girebilirsiniz...
 
MedinefmAnasayfaGaleriLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 İslam Devleti’nin Kuruluşu

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
KIYAM

KIYAM


Mesaj Sayısı : 25
Kayıt tarihi : 30/09/09

İslam Devleti’nin Kuruluşu Empty
MesajKonu: İslam Devleti’nin Kuruluşu   İslam Devleti’nin Kuruluşu Icon_minitimeÇarş. Eyl. 30, 2009 12:48 pm

İslam Devleti’nin Kuruluşu


Bu şekilde Rasulullah’ın onüç yıl süreyle Rabbani Eğitimden geçirdiği davalarına ölesiye bağlı olan bu küçücük mücahidler grubu, Rasulullah ile birlikte Mekke-i Mükerreme’den Yesrib’e (Medine’i Münevvere’ye)hicret ettiler. Orada, alanı itibariyle oldukça küçük bir devlet kurdular. Bu yeni devletin alanı günümüz köylerinden daha geniş değildi. Burada yaşayan sakinlerin toplamı, altıbin ya da yedibin kişiden fazla değildi. İşte bu küçücük kasabada, tüm Arap Yarımada’sında meydan okuyan bir devlet kuruldu. Bu konuda insanı hayrete düşüren ve aklın alamıyacağı konu, uçsuz bucaksız Arap Yarımadası’nın savaşın bir tarafında, yeni kurulmakta olan bu küçücük devletin de karşı tarafta yer almasıyla. Bununla birlikte Nebi (s.a.v.), eşsiz bir insan toplumu oluşturmaya girişti. Bu toplum, o dönemlerin cahili toplumundan tümüyle farklı idi. Birkaç yıl içerisinde yüce bir uygarlık örneği olan bu toplumu, Arap Dünyası’na arzetti ve dileyen herkesin bunu yakından tanımasına ve İslam’ın insanlığı dökmek istediği uygarlık kalıbını gözleriyle görmesine, onlara kazandırmayı amaçladığı ahlakın özünü açıkça anlamalarına imkan verilmiş oldu. İslam’ın çıkardığı adalet, bu devlette pratik olarak uygulamaya konuldu. İslam’ın ortaya koymak istediği seçkin toplum fiilen gerçekleştirildi, elle tutulur gözle görülür bir hale getirildi. İslam’ın ekonomik hayatta gerçekleştirmeyi amaçladığı reformlar, fiili olarak uygulamaya konuldu... Böylelikle İslam’ın kendisine davet ettiği ve insanlardan uygulanmasını istediği herşeyi, yüce Peygamber (s.a.v.) varlık alemine çıkardı, hayatın pratiğinde şekillendirdi. Ta ki insanları İslam’a imanları, onun dilinden işittiklerine dayalı olmakla kalmayıp “İslam’ın ne olduğunu, onun hayırlı sonuçlarını, onu uygulamanın yolunu ve canlı bir vakıa haline nasıl getirilebileceğini gözleriyle görüp anlayabilsinler...

İnsanlık tarihinin en parlak mucizelerinden biri de, Arap Yarımadası’nın kasabalarının birinde kurulan, alanı birkaç kilometre kareden, halkı da birkaç bin kişiden ibaret olan bu devletin, yalnızca sekiz yıl gibi kısa bir sürede tüm Arap Yarımadası’na Allah’ın hakimiyetini yayabilmek başarısını gösterebilmiş olmasıdır. Kısa sürede bu küçük devlet, bir milyon km. kareden daha büyük bir alanı altına aldı. Bu fetihlerin en mükemmel ve ender rastlanan sonuçlarından biri de, insanların bu devletin yalnızca siyasal otoritesine boyun eğmekle kalmayıp bunun sonucunda eşyaya bakışlarının tümüyle altüst olması, değer ölçülerinin değişmesi, ahlaklarının ve karekterlerinin tes yüz omasıdır. Alışkanlıklarında özlü bir değişim, uygarlıklarında büyük bir devrim gerçekleşti. Bu yalnızca onların tarihlerinin akışlarını değiştirmekle kalmayıp tüm dünyanın tarihi akışını da değiştirdi. Böylelikle insanlık fert ve toplum olarak yeni bir düşünme biçimi, yeni bir yaşayış şekli ve uzun asırlardan beri yoksun bırakıldıkları yeni amaçlı bir hayata kavuşmuş oldu.

Rasulullah (s.a.v.) için uzun asırlardan beri başgösteren siyasal anarşiye son vermek ve arkasından da onları birleştirilmiş bir siyasal otoriteye boyun eğdirmek yeterli olabilirdi. Fakat O, bunun binlerce kat fazlasını gerçekleştirmişti:O tarihin kesinlikle benzerini göremediği geniş kapsamlı bir devrimi gerçekleştirmişti. Düşünüşte devrim, ahlakta devrim, uygarlıkta devrim, ilişkilerde devrim... Fakat üzüntüyü gerektiren konulardan biri, -hatalı tedavinin bir sonucu olarak- bu büyük devrimin yalnızca savaşlar sonucunda gerçekleştiği zehabını uyandıracak bir şekilde tarihin yazılmış olmasıdır. Arkasından batılı müsteşrikler (oryantalistler) gelip tüm güçleriyle:İslam’ın ancak kılıç zoruyla yayıldığını” söylemeye koyuldular. Halbuki, Rasulullah (s.a.v.) döneminde yapılan tüm savaşlarda, her iki taraftan da öldürülenlerin sayısı bin dörtyüz kişiyi aşmamıştı. Birazcık akla sahip olan bir kimse düşünsün:Acaba böyle geniş kapsamlı bir devrime, bu kadar az kan dökmekle birlikte, kılıç zoruyla gerçekleşmiş gözüyle bakılabilir mi?


Bu Davetin Kısa Sürede Başarılı Olmasının Nedeni


Bu büyük devrimin gerçekleşmesinin gerçek nedeni, bu konuda söylene gelen ve söylenmekte olanların dışındadır:

Peygamber (s.a.v.) Mekke’de iken insanları İslam’a çağrıyor ve müşriklere İslam’ı sunuyordu. Ancak çok azı müstesna, kimse bu davanın yapısında taşıdığı muazzam gücün farkına varamamıştı. Büyük bir zeka ve derin bir kavrayış kabiliyetine sahip parlak bir zihin ve derin bir görüşü olanların dışında, bu davanın içeriğini kimse kavrayamamıştı. Bunlar sahip oldukları bu ve benzeri kabiliyetleri sayesinde, Cahiliye’nin her türlü bağnazlıklarından kendilerini kurtarabilmiş ve hakkı tanıyıp ona iman etmek imkanını elde edebilmişlerdi. Hak ve gerçek olduğu için bu davaya bağlanmış, onu pratik hayatlarında uygulamış, neye mal olursa olsun ve ne gibi fedakarlıkları gerektirirse gerektirsin, dünyanın her tarafına yaymak ve bayrağını yükseltmek için ellerinden geleni yapmışlardı.

Bu niteliklerde ve bu tür özelliklere sahip bir toplum, varlık sahnesine çıkınca, Peygamber (s.a.v.) de, bu topluluğun omuzları üzerinde yeni bir İslam Toplumu kurmaya başladı. Bağımsız İslami Devleti’nin dizginlerini ele aldıktan sonra, bu yeni toplum yüce Allah’ın vahyettiği ve insanlık hayatını düzeltmeye yönelik programı uygulamaya koyuldu. O sıralarda ayakta bulunan durum ve şartlar ise bu yeni program karşısında, çok kısa bir süre de yok olmaktan başka birşey yapamazdı.

Sonunda dünya, bu gayretlerin sonuçlarını gözleriyle gördü ve hayret dolu feryatlarını bastı: Bu toplumda ne kadar da üstün bir barış var... Bu toplumun üyelerinin kalbindeki Allah korkusu ve doğruluğun temelleri ne kadar mükemmel... İçtenliğin vesağlam imanın delilleri ne kadar da yaygın... Bu toplumdaki adalet ne kadar sağlıklı... Eşitlik ve kardeşlik nasıl da açıkça farkedilebiliyor?Bu toplumun ekonomik hayatı, her türlü problem, karmaşıklık ve eskiklikten ne kadar da uzak... Sosyal yaşantı ne kadar güzel ve kirliliklerden ne kadar arınmış...

Allah’ın kendilerine gören gözler ihsan ettiği kimseler, bu durum karşısında, dünyayı mutluluk ve aydınlığıyla dolduran bu parlak nurun varlığını inkar edemediler. Özellikle bunlar Cahiliyye Dönemi’ni yakından tanımış ve bu dönemin acı meyvelerini tatmış kimseler idi. Çünkü o dönemde öldürme, talan, yağmacılık, çapulculuk oldukça olağan olaylardandı İnsan içki, zina, kumar, hırsızlık, yan kesicilik ve benzeri pisliklere gırtlaklarına kadar gömülü olunuyorladı. Fakat bunlar şu anda barışın, adaletin, doğruluğun, şerefin, temizliğin ve yüceliğin nurani kandillerinin, İslam Devleti’ni aydınlığa boğduğunu, ona aydınlık ve son derece güzel elbiseler giydirdiğini gözleriyle görüyorlardı. Geriye ise, yalnızca yarasalar gibi aydınlıktan rahatsız olan Cahiliyye karanlıklarından başkasını beğenmeyen oldukça az kimseler dışında bu hakka inanmayan kalmamıştı. İşte bu istisnaların dışında kalan herkes, sonunda Peygamber (s.a.v.) e iman etti. Oysa tüm bunlar da daha önceleri onun yolunu ellerinden geldiğince engellemekten geri kalmıyorlar ve hatta en zorlu bir şekilde ona karşı savaşıyorlardı. Sonunda Halid İbn Velid O’na iman etti. İkrime İbn Ebi Cehil O’na boyun eğdi. Amr İbn As, O’nun çağrısını kabut etti. Hatta Ebu Sufyan ve Hz. Hamza (r.a.) nın ciğerlerini çiğneyen bir çağrının ancak hak ve doğru bir dava olabileceğini ilan etmek durumunda kaldılar. Çünkü onlar hakkı, pratik hayatın ta ortasında aydınlık olarak gördülar ve artık İslam, onlara sunulan boş bir dava değildir, bilakis insan hayatına tüm etkinliği ile katılmakta ve elle tutulur şekilde son derece güzel meyvelerini verebilmektedir.

Böyle bir devrimin sonucunda Rasulullah (s.a.v.) islam’ın canlı bir şekli olan herşeyiyle mükemmel ve eksiksiz bir ümmet ortaya koydu:bu ümmetin inançları, düşünceleri, teorileriislam’la doygundu. Bu ümmetin bağlandığı dinde, bir ve Samed olan Allah’dan başkasına kulluk etmek söz konusu değildi. Bu ümmetin bireylerinin yaşıyışı, Cahiliyye’nin pislik ve kokuşmuşluklarından arındıktan sonra İslam kalıbına dökülmüştü. Bu ümmetin yükselttiği uygarlık bayrağı, İslam’ın canlı bir yorumu idi. Bu ümmetin devlet düzeni İslam yasalarına göre yol almakta idi. Kısaca bu ümmet, ancak İslam için yaşamak ve onun uğrunda ölmek için kesin kararını vermiş bulunuyordu. Allah’ın dinini yeryüzünde en yüce kelime haline getirmek onun parolası idi. Egemenliğine boyun eğmiş her tarafta hayatı İslam’ın temelleri üzerinde yükseltmek, henüz boyun eğmemiş bölgelerde ise İslam Davasını yaymak, onun temel ilkeleri arasında idi. Böylelikle yaeryüzünde İslam’ı hayatının her alanında uygulayan, tüm unsurlarıyla mükemmel bir ümmet ortaya çıkmış oldu. Bu ümmetin ana hedefi, İslam’ı yeryüzene yaymakta ve bu onun özelliklerinden biri idi. Diğer taarftan devlet de tüm ana özellikleriyle ortaya çıkmış; İslam da onun iç düzeninde tüm prensip ve esaslarıyla varlığını ortaya koymuş, diğer taraftan da İslam Bayrağını yeryüzünün bir ucundan öteki ucuna kadar taşıyabilmişti.


İslam’ın Yeryüzüne Yayılması


Yeryüzünde özellikleri bu olan bir ümmet varolduktan ve nitelik ve meziyetler böyle bir devlet kurulduktan sonra, Raşid Halifeler döneminde İslam, dünyanın dört bir tarafına büyür bir hızla yayılmaya başladı. Bu yayılma, tarihçiler tarafından patlama (explosion) diye nitelendirilmiştir. Yani İslam’ın yayılış hızı, yayılma ve dağılışında patlayıcı maüddelirn durumunu andırıyordu. Oldukça az sayılabilcek bir süre zarfında İslam, doğuda Afganistan ve Türkistan topraklarına, batıda ise kuzey Afrika’ya kadar yayıldı. Acaba bu parlak ve müthiş patlama neyin sonucu idi dersiniz?Orada harika yaratılışa sahip kaç kişi olduğunu görebilmek amacıyla Arap Yarımadası’na gidebilirsiniz. Bu Yarımada’nın zenginlik kaynaklarının neler olduğunu görmek üzere incelemeler yapabilirsiniz. Petrolü gözünüzün önüne getirmeyin; çünkü, son zamanlarda ortaya çıkartılmıştır. Petrolün dışında maddi imkanları nelerdir?Yine bu yarımada’da yaşayan insanların sayısına bir bakınız. Acaba tümüyle on milyondan fazla olabilir mi?Raşid Halifeler döneminde sayıların bundan da az olduğu kesindir. Buna göre böyle bir toplumun, bu derece geniş bir alana, hızla egemen olabilmesi, diğer toplumlara maddi güç itibariyle üstünlük sağlamasının sonucu olamaz. Aksine bu toplumun dünyaya boyun eğdirmesinin nedenleri, kişi olarak her bir müslümanın eşsiz parlak yaşayışında, toplum olarak İslam Ümmeti’nin savaşta, barışta, fethedilen bölgelerin yönetilmesinde izlenen politikada ve bölge halklarına yaptıkları güzel muamelelerinde gizlidir.

İran Sasani ve Bizans İmparatorluklarının egemenlikleri altında yaşayan halklar, -görmek şöyle dursun- böyle bir yönetici tipiyle karşılaşacaklarını hayal bile etmiyorlardı:Bu eşsiz yöneticiler, yollarda yaya yürüyorlar, tüm bölge sakinleri ne şekilde yaşıyorlarsa onlar da öyle yaşıyorlar, dileği ve ihtiyacı olan herkese kapılarını ardına kadar açık tutuyorlar, şikayet konusunun çözüme bağlanması için herkesin karşılarına dikilmesine müsamaha gösteriliyorlardı. Bizans ve İran halkları bu tür yöneticileri, bir vakıa olarak görmek şöyle dursun, rüyalarında bile böyle bir yönetici tipini görememişlerdi. Hatta bu eşsiz yöneticilerin varlığı, hatırlarından bile geçmiyordu. Fakat İslam Düzeni, tüm yücelik ve temizliği ile bu bölgelere girip sakinlerine bu tip yöneticileri gösterince, körükörüne bağnazlık edenlerin dışında, herkes bu ahlaki yüceliği ve insani üstünlüklerini kabul etti. Çünkü bu ahlaki yücelik ve insani üstünlükler, yalnızca İslam’ın kazandırabileceği özelliklerdi ve ancak batılın fıtratlarını damgalayıp gözlerini hakka karşı körleştirdiği kimseler bunları görmezlikten gelebilirlerdi.

İslamOrduları’nın dünyaya sunduğu yüce ahlaki örneklerden bir tanesi:Fethettikleri bir kente girerler ve yollarında dolaşırlarken, kentin kadınları en güzel elbiseleriyle evlerinin balkonlarında geçen bu asker kafilelerini seyre koyulurladı. Fakat askerlerden bir tanesi bile, başını kaldırıp onlara bakmıyor, gözünü bile o tarafa çevirmiyordu. Asker kafileleri caddeleri ve yolları katediyor fakat, balkonlardan kendilerini gözetlemekte olan kadınlardan haberleri bile olmuyordu. Bu ise, geçmiş dönemlerde yenik düşenlere galip gelenlerden görmüş olduklarından tümüyle farklı bir davranış türü idi. Halkın dilinde fatih ulusların yenik düşenlere karşı uygulamalarına dair anlatıla gelen hikaye ve olaylardan tam anlamıyla değişikti onların davranışları. Çünkü, fatihler bir yere girdikleri zaman orada fesat çıkartır, istisnasız olarak her kadının ırzını ayaklar altına alırlardı. İşte İslam Orduları’nın fethedilen bölge haklarına karşı takındıkları bu eşsiz tavırlardan sonra, bunların kalplerini kazanmamalarına imkan kalmazdı. Çünkü bu ordular, ellerine geçirdikleri bölgelerde hiç bir kimsenin şerefine en ufak bir leke bile sürmüyor, elini uzatmıyorlardı.

Kendilerini Allah’a vermiş bu yeni fatihlerin dünyaya sundukları paralak ahlaki örneklerden bir diğeri de şudur: Onlar fethettikleri bir bölgeden geri çekilmek zorunda kaldıklarında, bölgede güvenliği sağalamak amacıyla halktan almış oldukları tüm vergi ve malları geri veriyorlar ve onlara şöyle diyorlardı: “Biz bu vergileri sizlerden sizleri korumak ve güvenliğinizi sağlamak üzere almış idik. Ancak şimdi buralardan çekilmek zorunda kalmış bulunuyoruz ve sizlere karşı ve görevimizi yapamayacağız. İşte sizlerden almış olduğumuz malları tekrar geri veriyoruz.” Bu olaylar olduğunda durum bundan farklı idi. O zamana kadar fatihler fethettikleri bir yerden geri çekilmek zorunda kaldıklarında, halkın yanında kalan malları da onlardan yağma ediyorlardı. Bu nedenle kimse ancak peygamberlerden ve Allah’ın veli kullarından beklenebilecek yüce Ahlakı ve erdemleri, yeni yönetici ve valilerden bekleyemiyordu; onların siyaset ve yönetim alanlarında bile bu derece yüksek bir emanete ve temizliğe sahip olabileceklerini sanmıyordu.

İşte bu, İslam’ın ilk dönemlerinde müslümanların sahip oldukları muazzam gücün kaynağını teşkil ediyordu. Bunun sayesinde dünyanın büyük bir kısmını ellerine geçirebildiler. Hiçbir kimsenin tartışmaya giremeyeceği gerçek de şudur: onların yüce ahlaklarının ve temiz yaşayışlarının gerçekleştirdiği mucizeler, kılıçlarının gerçekleştirdikleriyle kıyas edilemeyecek kadar büyüktür. Çünkü onlardan herhangi bir kimse İslam Dini’ne bağlanmadan önce, onun gerçeğini ve gereklerini tam anlamıyla idrak ediyor ve öyle bağlanıyordu. Ondan sonra da kişiliğini, yaşayışını ve davranışlarını bu kalıba göre şekillendiriyordu. Bu nedenle bunlar, yaptıkları herhangi bir davranışta, tam anlamıyla İslam’ı ortaya koyabiliyorlardı. İşte bu ilahi özellik sayesinde dünyadaki hiçbirgüç onların karşısında duramıyordu. Onların ahlaki davranışları karşılarındakinin kalplerini, enselerine kılıçları vurmadan, etkileyebiliyordu. İşte bizzat bu nedenle onların fethettikleri bölge halkı, siyasal güçlerine boyun eğmekle kalmıyor, bilakis onların iyiliklerini isteyip onlara hayran olanlara katılıyorlardı. Onların dinlerini kabul ediyor, uygarlıklarına bağlanıyor, dillerini öğreniyorlardı. İşte ilk müslümanların fethettikeri bölgelerin halkı, Hala onlara tarih boyunca saygı duyuyorlar, onların kahramanlarına ve önderlerine hayranlıklarını sürdüyorlar. Onlardan önceki kafir atalarına dönmeyi, ya da eski geçmişlerine nisbet edilmeyi asla kabul etmiyorlar. Şimdi sorarım. Acaba böyle bir mucizeyi gerçekleştirebilecek bir kılıç bulunur mu dünyada, dersiniz?

İslam Tarihi’nin ilk aşaması işte böyledir. Burada bu aşama hakkında detaylı bilgiler vermek istemiyorum. Burada benim için önemli olan, size şu hususu kesin belirtmektir: İslam eğer yeryüzünün büyük bir kesiminde dehşet verici bir şekilde egemenliğini sağlamış idiyse bunun nedenleri yalnızca şu belirteceğim hususlar olabilir:Ümmet tümüyle içten bir imanla islama iman etmiş, büyük bir kararlılıkla İslam’a bağlanmış, gerçekten ve doğru olarak İslam’ı anlamıştı. İslam’ın nuru onların hem kişisel ve hem de toplumsal yaşayışlarında en parlak ve en mükemmel şekliyle aydınlık suretiyle kendisini gösteriyordu. Öyle bir devlet ortaya çıkmıştı ki İslam’ı kendisine ana hedef haline getirmişti. Sahip olduğu tüm araç ve imkanlarını onu galip getirmek ve yeryüzünde egemen kılmak uğrunda kullanmıştı. İşte İslam, ilk dönemlerinde böylesine güçlü bir harekete sahip olabilmişti. Bu hareketin tarihteki izleri, hala gözle görülecek şekilde apaçıktır. Aradan öndört asırlık bir zaman geçmiş olmasına rağmen. İslam Ümmeti’nin düştüğü bu kötü duruma rağmen, tarihinin ilk aşamalarında bu ümmetin sahip olduğu karakteristik özelliklerin etkilerini görebilmek, şu anda bile mümkün olabilmektedir. Ne kadar kötü olursa olsun, ne derece fena bir ahlaka sahip bulunursa bulunsun, önünüze gelen bir müslümanın için düşecek ve nabzını yoklayacak olursanız onun hala Hz. Muhammed (s.a.v.) in ve O’nun Raşid Halifelerinin kurduğu örnek topluma özlem duymakta olduğunu ve başka bir hayatın özlemini çekmediğini göreceksinizdir. Her zaman için gözünün önünde duran ve asla unutmadığı hedef budur. Sanki bu toplum gözlerinin önünde ışık saçıp duran ve asla gözünden kaybolmayan bir güneştir. Her bir müslüman bu altın devreyi, örnek olarak değerlendirmektedir. Ona aşıkmış gibi bağlıdır, vurgundur. Onu tekrar gözlerinin önünde canlanmış olarak bir daha görmeyi arzulamaktadır. Raşid Halifeler Dönemi’nden bu güne kadar İslam, ışıklarıyla dünyayı aydınlatıp durmuştur, aralıksız olarak. O’nun ışığının varmadığı bir bölge kalmamıştır dünyada. İslam, bu ümmetin başına geçen lüks ve tekebbüre gömülü yöneticiler tarafından yönetilmek belasına düçar olmasına, azgın ve isyankarların emri altında bulunmak bedbahtlığına rağmen, bu derece yayılabilmiştir. Münkerleri işleyenler, hiçbir zaman onların başından eksik olmamıştır. Bu ümmet, çok kısa bir süre dışında uyulmaya değer ve insanların kalplerini kendisine bağlayabilecek örnek bir ümmet olma niteliğini koruyamamıştır. Fakat tüm bunlara rağmen İslam yayılmasına devam etmiştir. Bunun nedeni ise, müslümanların insanları kendilerine çekebilecek örnek bir yaşayışa sahip olmaları değildir. Bilakis günümüzde İslam Dini’ni kabul edenler, “İslam, kesinlikle bugünkü müslümanların hayatlarında görülenden başka birşeydir. Gerçek İslam ancak Allah’ın Rasulü Muhammed (s.a.v.) in ve onun yüce sahabilerinin sundukları hayat olabilir” kanısına kesin olarak sahip olduktan sonra müslüman olabiliyorlar. Diğer taraftan bugün müslümanların yaşayılarında bir dereceye kadar yücelik ve temizlik görülebiliyorsa, onların davranış, düşünüş ve ahlaki hareketlerinde iyi yönler bulunuyorsa, tüm bunların kaynağı, İslam’ın onlarda bırakmış olduğu henüz yitirilmemiş kalıntılarıdır. Aradan ondört asır geçmesine rağmen bu kalıntılar hala etkilerini sürdürebilmektedir. Başka biri ifade ile, tarihimizin birinci aşaması, öyle canlı bir noktaya ulaşmıştı ki, onun tarihe vurduğu damganın etkilerinin kalkması imkansızdır. Hatta bugün İslami alanlarda gördüğümüz canlılık, İslam’ın ilk aşamasında ortaya koyduğu ideal hareketin bir sonucudur
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
İslam Devleti’nin Kuruluşu
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» YEGANE DÜNYA NİZAMI İSLAM DEVAM
» İSLAM VE OSMANLI
» İslam'ın Beş Şartı
» Islam'da Kadin Haklari
» Yegane Dünya Nizamı İslam

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
MeDinE~Fm Forum :: İSLAMİ BİLGİLER :: İSLAM NASIL HAYATA HAKİM OLUR ?-
Buraya geçin: